Ruhi Su

Standard

‘MÜHÜR gözlüm seni elden sakınırım kıskanırım, 

Uçan kuştan esen yelden sakınırım kıskanırım,’ 

Türkü aklıma mühür gözlüm, karıncalar ve bir kaç görüntü ile mühürlenmiş. Annem, babam ve kafaları denk birkaç yakın dostu- Bilge, Tuğrul, Ceyhun, Zeki, Gültekin- kalpleri sarmalayan bir sesi dinliyorlar. Başları bir yana eğik, hafif hafif sallıyorlar, hepsinin yüzünde bir tebessüm. Ara sıra sağnak yağmurlu gökyüzünün şimşekleri çakıyor, bir onun, bir diğerinin gözünde. Güler Teyze, önünde yarıladığı rakısı, başı yukarıya doğru dimdik, mühür gözlüm türküsünü okuyor. Yıl 1966. Benim aklım bir karıncalarda, bir mühür gözlümde, bir de bileziklerde.

Güler Teyze´nin kollarında ve parmaklarında gümüş bilezikler ve yüzükler var, boynunda da kilim desenli bir fular. Adanalı ama altın burmalar, çekirdek zincirler kullanmıyor bu Güler Teyze. Hoş, annem ve burada oturan diğer kadınlar da kullanmaz böyle şeyleri ama gümüş şeyler de takmazlar. Kaliteli emitasyonlarla süslenirler, annem eczaneden alıyor, Atatürk Parkı’nın bitişiğindeki eczaneden. Güler Teyze arkeolog, Türkiye´nin ilklerinden, bizi çalıştığı Karatepe’de de ağırlamıştı bir gün; aklıma mühürlenmiş bir takım güzellikler…

O sıralarda bizde makaralı bantlara sarılan türden bir teyp var, Grundig marka. Bozulduğu zaman annemi alıyor bir telaş, “Yoo, Tahir, öyle her ustaya emanet edilecek bir şey değil bu, işin erbabını bulmamız lazım,” diyor. “Çile bülbülüm çile” şarkısını okuyan teyzemin, sohbetine doyulmaz Abdefendi Dayımızın sesleri de bu bizim Grundig’de. Bir de 45’lik ve Long Play plaklarımız var. Kitaplığın, kapağı öne çekilerek açılan dolabında özenle saklanıyor onlar. Okuldan döndüğüm zaman annemi, elinde dikişi, bazen klasik müzik bazen de kocaman sesli bir adamın türkülerini dinlerken buluyorum. 

Ruhi Su. 1960 sonları, 1970 başlarındayız. Türkiye’den Almanya’ya emekçi akını olduğu yıllar. 

Bülent adlı bir çocuk var, böyle küçücük. Annesi Almanya´ya işçi olarak kabul edilmiş, sonradan iki çocuğunu da yanına almış ama altı aylık Bülent’i götürememiş.   Büyükleri okula verir, tamam da, anne bıçak fabrikasında çalışırken, Bülent’e kim bakacak? Bakmış çare yok, anneanneye ve teyzelere emanet etmiş. Teyzesi – Cemile Ablam- bir gün Hacı Bayram’daki evlerinden almış bunu, tutmuş elinden bize getirdi. “Anasının kokusuna hasret bu çocuk,” deyip ağlamaya başladı. 

“Nasıl geçtin de boz bulanık sellerden? 

Haberim mi aldın esen yellerden? 

Yadigâr mı da geldin bizim ellerden? 

Gül-ü reyhan gibi koktun birader, 

Gül-ü reyhan misali koktun birader,´ 

Ruhi Su, yadigâr´ı uzatarak yaaaaaadigar mı da geldin bizim ellerden? diyor ya; benim gözümün önünde o sıralarda üç dört yaşlarında olan Bülent’in büzülmüş dudağı mühürlenmiş. 

Sonra üniversite yıllarım başlıyor, 1980´de Ankara Sanat Tiyatrosu Mehmet Akan´ın yazdığı Hikâye-i Mahmut Bedrettin´i sahneliyor. Rutkay Aziz, Altan Erkekli, daha o zamanlar üniversiteli bir delikanlı olan Uğur Polat, Ünal Büyükokutan ilk aklıma gelenler, oyunun geniş bir kadrosu var. Üç kez izliyorum. Şeyh Bedrettin´in hikâyesini öğrenince Nazım Hikmet´in Yağmur Çiseliyor adlı şiiri ve Ruhi Su´nun yorumu kucaklaşıyor;


Üniversite sonrasında (1983) benim gündemimdeki en önemli olay 1980 darbesinden sonra tutuklanan Barış Derneği sanıkları. Barış sözcüğü şimdi olduğu gibi o zaman da başa bela. Mahmut Dikerdem, Reha İsvan, Ahmet İsvan, Orhan Apaydın, Erdal Atabek, Ataol Behramoğlu, Ali Sirmen (nam-ı diğer Samim Lütfü; hapishaneden bu mahlasla Cumhuriyet Gazetesi´nde yazılar yazdı; tezgah altından satılan kitaplar gibi), Gencay Saylan; say say bitmez, tam ‘44 Barış Derneği yöneticisi 23 Şubat 1982 tarihinde, gıyaplarında verilen tutuklama kararı sonrası geceyarısı evlerinden alınarak cezaevine gönderilmişlerdi.’ ‘Barış Derneği sanıklarının her biri ortalama üç buçuk yıl hapis yattı.’ (Mavioğlu/ sf. 53) Şimdi olduğu gibi, akademisyenler kürsülerini, maaşlarını, pasaportlarını ve her türlü sosyal haklarını kaybettiler. Bir gece evde yalnızım, pikaba Ruhi Su ve Sümeyra Çakır’ın birlikte söylediği bir ´long play’i koydum. Almanya Acı Vatan.


Efkarlandım. Hasret. İçimin dibinden ‘ahhh bir çıksalar!’ dileği geçti. Bu dilek kapısı denen şey bazen açık oluyor, ertesi gün beraat ettiler. Sevinçten çıldıracağım. Aklıma mühürlenmiş işte. 

Tam da o sıralarda Ruhi Su’ya kanser tanısı koyuluyor.  Belki yurtdışında tedavi bir umut olabilir diye düşünülüyor, öyle ya, her insanın en doğal hakkı, ister ülkesinde  ister başka ülkede tedavi olur. Gelin görün ki sıkıyönetim yurtdışına çıkmasına izin vermiyor. Son dakikada bir izin çıkıyor, kanser her yerini sarana kadar beklemişler. Zaten ondan öncesinde pasaportunu ancak 1977’de Ahmet İsvan ve Necdet Uğur´un uzun uğraşları sonucunda alabilmiş de yurtdışında konser verebilmiş. Üç yıla ne kadar sığarsa… 

20 Eylül 1985´de

‘hayali gönlümde yadigâr kalan´ oluyor…

Naaşının ülkeye gelmesi bile 22 gün sürüyor, ne de olsa sosyalist naaşı. Vay sen, 

‘Ararsan Mevlayı kendinde ara, 

Kudüs´de Mekke´de Hac´da değildir, 

eğer bir müminin kalbin kırarsan,

Hakk´a  eylediğin secde değildir,´ diyen Yunus Emre´den türkü mü çığırırsın? Alevi nefesleri ve türküleri mi okursun? Al sana diyorlar, kaşlı gözlü burunlu ağızlı elli kollu devlet görevlileri. 

Mimarlık öğrencisiyken bir gün Ruhi Su´dan Bebek Türküsü´nü dinleyip ´soluksuz kalan´ Sümeyra Çakır da ustasından beş yıl sonra sürgün hayatı sürdüğü Frankfurt’ta güzel sesiyle söylediği türküleri bize miras bırakarak genç yaşta göçüp gidiyor. 

Dünya görüşü nedeniyle çok zor koşullar altında yaşamış ama dikelttiği beli asla eğmemiş bir sanatçı Ruhi Su. 1912 yılında Ermeni bir anne babanın çocuğu olarak Van´da doğuyor. Füsun Akatlı´nın çalışmasında kendi ifadesinden alıntılandığı gibi;

´Birinci Dünya Savaşı´nın ortada bıraktığı çocuklardan biri,´ 

Anne ve babasını hiç tanımamış. 

Hayat hikâyesinin Adana ile kesişmesi, çok küçük yaşta Van´dan alınıp Adana´ya getirilmesi ile başlıyor. Sonradan konulan adıyla Mehmet, Adanalı bir ailenin yanına veriliyor, onları amca ve yengesi olarak biliyor ama bir süre sonra işin aslının böyle olmadığı ortaya çıkıyor. Yenge Mehmet´i istemiyor. Kaçkaç zamanı bir gün su getirmeye yollanıp dönüşte kafilenin yerinde yeller estiğini görünce, günlerce amca ve yengesini arıyor. Yeniden onları bulduğunda amca ağlayarak Mehmet´e sarılıyor ama yengeden tıs yok! Tıs yok ama dayak var! Olay dayanılmaz hale gelince komşulardan bir kadın, arkadaşı Hüseyin´in annesi, çocuğa sahip çıkarak onu yetimhaneye yerleştiriyor. Neyse ki Hüseyin de yanında! On yaşında yatılı hayatı başlıyor. Sonrası Ruhi Su. 

1975 yılında Dostlar Korosu´nu kuruyor, 80 darbesinden bu koro da nasibini alıyor, almaz mı, bizde nasip çok, al biri de bende. Uzun bir süre çalışmalar kesintiye uğrasa da -elektrik 6 yıl gelmiyor- Ruhi Su Dostlar Korosu olarak faaliyetlerini sürdürüyor. Benim çok değerli iki dostum, Seher Özbay ve Hatice Kahraman da bu muhteşem koronun solisti olmuşlardı. 

Şöyle yüz yüze, göz göze dinleyemedim Ruhi Su´yu. Plaklarından, bizim Grundig’den, sonraları YouTube’da gösterilen belgesellerinden dinleyebildim. Benden başka dinleyicilerin olduğu topluluklarda bir şey dikkatimi çekti; mesela Allı turnam´da ‘kırıldı kolum, tutmuyor elim turnalar’ diye çığırıyor o bas bariton sesiyle, hüzünlü bir türkü. Ama Ruhi Su’yu dinleyen insanların yüzünde hep bir tebessüm var. Günlerce yağan kardan sonra açan güneş gibi… İnsana umut veren… Fışkıran bahar dalı gibi… Dayan ha yüreğim dayan… Halkları kardeş eden bir kollektif tebessüm. Mühürlenmiş aklıma, unutmuyorum. 

Kaynakça:  

  1. Murat Meriç, Kültür Servisi, Özlediğimiz Ruhi Su, https://www.kulturservisi.com/p/ozledigimiz-ruhi-su
  2. Pirha, Sanatçı Sümeyra Çakır’ın 70. Doğum Günü Kutlanıyor, https://www.pirha.net/sumeyra-cakirin-70inci-dogum-gunu-kutlaniyor-64946.html/08/06/2017/
  3. Ruhi Su: Yüzyıllık Öykü, Füsun Akatlı, Biabag Cumartesi, https://m.bianet.org/biamag/sanat/138467-ruhi-su-yuzyillik-oyku
  4. 27 Şubat 1982; Barış Derneği´nin 44 yöneticisi tutuklandı/ marksist.org
  5. Ertuğrul Mavioğlu, Apoletli Adalet, İthaki Yayınları 
  6. Adı Geçen Kişiler: Güler Akverdi, Ceyhun ve Zeki Şirikçi, Bilge ve Tuğrul Çelik, Gültekin Bilgen, Nurten ve Tahir Akay. Abdurrazzak Er, nam-ı diğer Abdefendi Dayı/ Emmi, Kani Karaca’nın Adana’daki ilk makam hocası. 

Yorum yaz

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s