Babamın bir kaç kez, ‘cenazelere kalanlar için gidilir,’ dediğini hatırlıyorum. Hazin bir olay sonrası; kalanların acısını dindirmek, meğer ne çok sevenimiz varmış duygusunu yeşertmek için söylemişti belli ki; ayrıca babam varoluşçuydu. Sonra bunu söyleyen de gitti bir Mart günü, 2010 yılında. Yazı hüzünlü başladı ama okumaktan vaz geçmeyin- güzel bir şey geldi gelecek!
Adana Kabasakal Kabristanı’nda çok büyük bir katılımla defnedildi babam ama bensiz! Çünkü ben mezarlıkta kayboldum. Şaka değil; taziyeleri alırken duygu yüklü konuşmalara dalıp gittim, duygulardan uyanınca bir baktım biz orada iki kişi kalmışız; ben ve Adana’da uzun süre belediye başkanlığı yapmış olan Aytaç Durak. Babamla siyasi görüşleri tamamen zıttı fakat Anadolu’da ilişkiler gülümseyerek şöyle tanımlanır: ‘teyzemin- görümcesinin- oğlu.’ Sosyal bağ hep ‘yüz yüze olmaktan utanmamak üzere’ kurulur, nezaketle ve o nedenle Adliye’de Aytaç Durak’ın kendisine asla oy vermediğini düpedüz bildiği bir insanın ardından yaptığı övgü dolu, onurlandırıcı konuşma hiçbir Adanalıyı şaşırtmaz. Uzaklaştırdım ama hemen hatırlatayım; kabristanda, caminin az ötesindeyiz. Taziye alanının bomboş olduğunu ‘algılayabildiğimde’ bir panik, bir panik; başı boş dört nala koşturan kara bir ata dönüştüm. Bir o yana, bir bu yana koşturup cemaatten bir iz görmek için çırpındım. Çırpındım.
Vardığımda; görmek istemediğim seyir bitmişti. Babamın üstünü kuşatan kutlu toprağı seyrederken aklıma sevgili bir iş arkadaşım düştü. Sevgin. Annesi ağır hastayken, ondan önce apansız babasını kaybetmişti. Üniversiteden büyük bir katılımla evlerinden çıkıp cenazeye gitmiştik. Bir şoförün yanlış saptığı yollar nedeniyle arkadaşım gelinceye kadar babası defnedildi. Allah için; imam uzun süre beklemişti. Ama olmadı. Neden diye sorguladığım ân bir yanıt buluvermiştim; ‘demek ki dayanamayacaktı yavrucak!’
Sonraki günlerde gelenimiz gidenimiz çok oldu. Akın akın gelen konuklar tatlı anılarıyla, babamın yaptığı bir iyiliği yâd etmekle, kollarından taşan yemeklerle, kurabiye ve ev yapımı böreklerle acımızı dindirmeye uğraştı. Bolca kahkaha atıldı çünkü ölenin mizahı sağlamsa kalan da ondan nasibini alıyordu. Akla gelen de geldi, gelmeyen de. Ne mutlu bize! Altıncı günün gecesi biz bize konuşurken annem “Bakın çocuklar size beni çok mutlu eden bir şey söyleyeceğim,” dedi; bir sır veriyormuş gibi kulak kabarttık:
“Vakıf Bey her gün geldi, her duaya katıldı. Çok mutlu oldum. Oysa babanızla yakın bir arkadaşlıkları yoktu. Ne kadar muhterem bir insanmış.”
Yedinci gün Vakıf Bey yine geldi.
Duadan sonra ona;
“Vakıf Amca, bizi çok mutlu ettiniz, her gece duamıza katıldınız, şeref verdiniz, çok teşekkür ederiz. Açıkcası, çok yakın arkadaş olmamanıza rağmen gelişiniz bizi öylesine mutlu etti ki size özel olarak teşekkür etmek istedik,” dedim.
Sonra Vakıf Bey bana, bize, hepimize bir ders verdi.
“Karataş’ta her sabah evden çıkıp, sizin evin önünden geçerek ekmek almaya giderdim. Rahmetli babanız terasta otururdu, mutlaka elinde ya bir gazete, ya bir kitap, o okurken ben evin önünden geçerdim. Demek ki okurken bile önünden geçene hep dikkat ediyordu, hafifçe yerinden doğrulur, sağ elini havaya kaldırarak bana selam verirdi. Bazen eve yaklaşırken ‘acaba yine doğrulup bana selam verecek mi?’ diye merak ederdim. Her defasında verirdi, beni bir kez bile yanıltmadı, beni bir kez bile selamsız geçirmedi. O selamın hatırına geliyorum evladım.”
Babam ve Vakıf Bey, her ikisi de istikrarlı bir içsellikle davranarak aklıma Yusuf Atılgan’ın, Çehov’un karakterlerini getiriyor, yaşamı yorumlayışlarıyla kalanlara ders veren iki güzel insan. Hep selam veren bir adam, o selamı hep almayı arzulayan bir başka adam, kalanlara değil – gidene selam veren bir adam.
Emsalleri çok olsun.
Not: Vakıf Acunsal, ÇEAŞ eski genel müdürü.