Dört yıl önce taşındığımız ev bahçe katında. Emlakçıyla bina önünde buluşmuştuk, alt kat, iki oda deyince, eşim hiç bakmayalım dedi bana, bizim için küçük, ben de ayıp olur şimdi, girip çıkarız diye fısıldamıştım. Binaya girince bir kat aşağıya indik, karanlık bir merdivenden. Emlakçı kapıyı açtı, eve girdik.
Ben bazen bir rüya görürüm, bir evim olmuş, kocaman bir salonu var. Salonda yürüyorum, bir bakıyorum hafif aralık bir kapı. Açıyorum, bir oda, ordan bir oda daha, bir oda daha. Niye? Bilmiyorum. Belki de birini arıyorum. Kaybettiğim birini. Belki.
Eve girdik. İki oda bir salon ev, ışığı, güneşi bol kocaman bir arka bahçeyle sonsuza doğru uzanıyor. Hasan bana baktı, ben Hasan’a, biz bu evi alıyoruz dedik. Çocuklar da büyüdü zaten çok şükür, herkes kendi işinde, ayrı oturuyoruz. Mart ayında taşındık. Nisan gelince, bir sabah bir de baktım ki ne göreyim, ceviz ağacının üstünde mor mor salkımlar. Çığlıklar attım, en sevdiğim üç çiçekten biri bahçemizde…
İşte bahçeyle bitmeyen yolculuğum böyle başladı. Uğraşanlarınız bilir, ot yolarsın, bir yerleri kazarsın, taş temizlersin, doldurduğun çeri çöpü nakletmen gerekir, temizler, temizlersin, ayağa kalkıp şöyle bir bakarsın, oyyyyy daha çok iş var dersin. Evde tek uğraşan ben olduğum için zamanla, dünyada fazla da yer kaplamayan zayıf bedenimle işleri daha kolay yapma yolları öğrendim. Ayrık otu temizliği için en uygun gün, yağmurdan iki gün sonradır, toprak yumuşar, kökler uğraştırmadan çıkar. Aynı işe yoğunlaşmak zaman kazandırır. Dikim yapmak için önce toprağı hazırlamak gerekir. Bunları öğrendim. Fakat yine de, yan apartmanda oturan Pakize Teyze dışında hiç kimseden beklediğim takdiri görmedim. Bir tek o görüyordu yapılanı. Pakize Teyze, Anadolu kadını, bu işlerden geçmiş biri.
Baktım diğer komşulardan ses yok. Geçen yıl, ben bilirim size yapacağımı dedim. Gittim aynı çiçekten kasa kasa aldım. Ortaya bir göbek kazdım. Sık sık diktim. Bir kaç farklı yere. Bir süre sonra güzelim çiçekler coştu. Bahçeye birdenbire renk geldi. Gelen geçen ay ne güzel oldu bahçeniz, ellerinize sağlık demeye başladı.
Fakat yine de, benden başka uğraşan yok. Oysa bu bir apartman. Bahçe herkesindir. Bahçe katında oturmak burayı benim yapmaz. Geçen haftam film festivali ile dolu olduğundan uğraşamamıştım. Bu Pazar uyandım, geceden aklıma koymuşum, gidip yine çiçek alacağım. Kahvaltımı yaparken kendi kendime düşündüm, hayret ya dedim, kötülük bulaşıcı ama iyilik değil demek ki! Apartmandan bir kişi bile inip biraz da biz uğraşalım demiyor.
Hasan’la gidip çiçekleri aldık. O beni eve bırakıp alışverişe çıktı. Ocağa kahve suyu koydum, bahçede içeceğim, mor salkımlara baka baka. Suyun kaynamasını beklerken iki üç bulaşık yıkamaya giriştim, o sırada kapı çaldı. Kim o? Yedi numaradan Zeynep’miş, megafondan konuşuyor, size bir uğramak istiyorum, az sonra gelebilir miyim? Tabii dedim, bakalım ne istiyor?
Gelmesi biraz uzadı. Acaba yanlış mı anladım? Yine de iki kahve koyup, bahçeye geçtim. Orada buluşulacak. Bir de bakarsam, ne göreyim, arkadaşının kucağında kocaman bir çam, merdivenlerden iniyorlar. Bunu buraya ekebilir miyiz dediler. O ne demek, dükkan sizin. Biri eline kazmayı aldı, biri yerdeki taşları topladı, hadi onu şuraya ekelim, bunu buraya ekelim, benim aldıklarım dahil her şeyi ektik. Biz dediler, sizin bu bahçede yaptıklarınızı görüyoruz, bir ucundan tutalım dedik.
Yemin ederim ağlamaklı oldum, gözlerim doldu. Yan bahçedeki komşu, kökü kendi taraflarında olan diğer bir mor salkımı hiç acımadan kesmişti. Seneye ondan intikam alma planları yaptık. Ama bizim intikam şöyle, kökü bizde olan mor salkımları ekeceğiz, onun çitine doğru sarkıtacağız, sıkıysa yine kessin.
Haftaya Pazar yine çalışmak üzere sözleştik, telefonlar alındı. Uğur dedesinin bahçesinden toprak da attıracak, çim de getirecek. Elinin çizgisi iyiymiş, zaten mimar, yan duvara resim de çizecek.
Ertesi sabah, kahvaltımı yaparken, şöyle bir bahçeme baktım. Çayımdan bir yudum aldım, yumurtamı yiyeceğim. Hoppp, bir şey gelip daha kaşık sallamadığım kaynamış yumurtamın üstüne oturdu.
Çalışma hayatımdan biri ve olan bitenler düşmüştü aklıma o sırada. Acı tatlı hatıralarıyla nice olaya tanıklık etmiştik, birlikte çalışmalar yapmıştık. O beni, ben onu iyi hoca olarak biliriz. Ama okulda her gün yenisi çıkan olaylarda farklı yaklaşımlarımız olduğu için çatışmalar yaşamıştık. Mesafeli duruyorduk. Devlet görevinde idari olarak alt üst durumları vardır, ben yılların deneyimli hocası, o da idarenin en üstündeki kişiydi. Aynı semtte oturduğumuz için herhalde, ikimiz de Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nde görevlendirilmişiz. En az üç yüz kişilik toplantı salonunda önlere doğru oturur halde gördüm onu. Herkes işine baksın.
Toplantının konuşmacısı, görevimizi ve yapmamız gerekenleri ayrıntılarıyla anlattı. Son cümlesi şöyleydi: “Seçim Pazar günü ama siz Cumartesi de gelip okulları bir kontrol edin.” Sessizlik. “İçinden ona kadar say,” dedim kendime. Daha yedide ayağa kalktım, “Değerli çalışma arkadaşlarım, bize tebliğ edilen resmî kağıtta böyle bir görev tanımı yok. Ben Cumartesi gelmeyi reddediyor, sizlerin de reddetmenizi diliyorum.” dedim. Pek çok kişi bunu bekliyormuş, olay isteyen gelsin, işi olan gelmesine bağlandı.
Aradan günler geçti. Bir gün koridorda yürüyorum. Baktım karşıdan bu arkadaş geliyor. Yanımdan öylece yürüyüp geçti. Adıyla seslendim, sanki bir komşu dalgın, beni görmeden yanımdan geçmiş gibi söyledim adını, haliyle bana döndü. “Sen bana selam vermiyor musun?” “Vermiyorum.” “Olmaz öyle şey,” dedim, “İnsan arkadaşına küsebilir, isterse hayatı boyunca konuşmama hakkına sahiptir. Ama senin yaptığın görev gereği çalışanlara küsme hakkın yok. Aksi halde bana mobbing uyguluyor deme hakkını verirsin.” Sert ve kötü bir cümle. Ama doğru. İçinde kalan şeyleri söyledi bana, belli ki kalbini kırmışım. Dilim uzun, bazen çok yakıcı, dedikleri de doğrudur. Şu cümlesini unutmuyorum; “koskoca toplantıda bile itiraz eden tek kişi sizdiniz.” Ay, bunlar artık benim en sevdiğim yorumlar. Beni bir gülme bastı. Yanağımı ısırıyorum. Bir kaç kez daha, farklı insanlarla yaşadığım bir insan hali bu. Sizin hakkınızda düşünür, bir gece uykuya dalmadan ya da sıcak suyu bardağa doldururken. Çırılçıplak. Bir karara varır. Sonra çok öfkeli bir anında çata çata pat diye söyler yüzünüze. Çırılçıplak. Aynı öyle. Ayrık otu demek istiyordu, muhalif demek istiyordu. Ve böyle olunmasını sevmiyordu.
Kaşık sallamadığım kaynamış yumurtamın üstüne annem oturmuştu. Ayak ayak üstüne atmıştı. Üstünde çok şık bir elbise vardı, siyah beyaz, yakası V, göğüs altından kloş. Sessiz sessiz oturuyordu. Hep konuşur ama konuşmuyordu. Annemle hiç anlaşamayız, film konuşurken oraya nasıl vardığımızı anlayamadığım bir tartışma içinde bulabilirim kendimi. O mantıklı ben duygusalım, belki ondan. O daha tutucu ben çokça marjinalim, belki ondan. Ama ister kasırga kopsun, ister hortumlar sarsın beni, sevgisi dimdik ayaktadır. Damarından akan kanıyla beslendiğim annemle hâl böyle olduğundan herkese benzemez benim ilişkilere bakışım. Sevmek için anlaşmak gerekmiyor. Baktım annem salladığı sağ ayağını cep telefonuma doğru uzatıyor…
Telefonumun kişiler sayfasını açtım.
Neredeyse yirmi yılın üstünde bir evlilik hayatı var, çocuksuz bir karı kocalar. Geçen hafta duydum, tüp bebek tedavisiyle ikizleri olmuş.
Telefonun aç komutuna bastım.
“Alo!” dedi. “O.” “Merhaba falancacığızım, ben Saniye Demirel.
Sevinçle, merhaba Saniye Hocam dedi.
Sonra başladım anlatmaya. “Son yıllarda duyduğum en, ama en güzel şey senin çocuk sahibi olduğunu duymak, hem de maşallah iki tane. Allah bağışlasın. Allah analı babalı büyütsün, ömürleri uzun şansları bol olsun.”
Adları da Ziya ve Nevra imiş. Işık, ikisi de ışık. Yaşamın baş edilemez kurgusu, oğlumla aynı ad.
İşte bahar, geliverdi. İyilik de bulaşıcıymış, dedim, çıt çıt çıt, yumurtamı kırdım.
Saniye Akay Demirel