Seyhan Nehri’ni seyrediyorum. Suriyeli erkek mülteciler mırra satıyor- kulpsuz fincanla içilen bir tür acı kahve- ufak tefek işletmelerde gözleme, çay, kahve servisi yapılırken Adanalılar parkta yayılıp, sıradan güneşli bir günün keyfini çıkarıyor. Burası sıfatı gibi tüm insanları kucaklayan güzel bir Halk Parkı.
Annemle banka oturup hem nehri seyrediyor hem ‘eskiden yeniden’ konuşuyoruz. Biraz önümüzdeki bir bankın kenarına yaşlıca bir kadın ilişmiş. Sırtını bankın arkasına vermemiş, tam tersine bankın bir köşesinde nehire doğru değil, gelip geçen insanlara doğru dönmüş yüzünü çünkü evde sıkılıyor ve sevgili canı muhabbet etmek istiyor. İnsan insana yakınsa hep öyle olur ; dönüp bize bir lâf atıyor, ne diyor, onu hatırlamıyorum- hava güzel, bugün de güneş iyi ısıtıyor- gibi bir girişle konuşmayı başlatmıştır. Ben hiç yaş tahmin edemem ama çok bayramlar görmüş olduğu belli. Çocuklarını büyütmüş; kimi doktor, kimi diplomat olmuş. Tatlı dilli, güler yüzlü bir kadın. Uzun uzun hayatından anlattı ama ne anlattıysa anlaşılan o ki hep olumsuzluklardan bir olumluluk yakalamayı bilmiş. Teyzecim dedim, ne güzel anlatıyorsunuz, içiniz kıpır kıpır, sizi gören dünyanın bütün insanlarını iyi varsayar. Belki yöresel, belki de kendine özgü bir deyişle özetleyiverdi;
“Ben herkesle konuşurum yavrum! Dağğğ emmimmm, davşannn dayımmm!”
Dağ emmim davşan dayım! Bir an düşündüm; hayatımda bundan daha barışçıl bir söz duymuş muydum? Çocuklardan, mezuniyetlerinden konuşunca; “Alllah dadını aldırsın yavrum,’ diyor. Doğru be teyzecim, bazen hayat nasıl da çaresiz bırakıyor insanı, nasıl da dokunaklı, mahsun, öksüz bırakıyor? İtiraf ediyorum, korkarak; suretlerine derin hatlı bir hüzün sabitlenen her canın sabrı bol olsun diye diliyorum. Bundan güzel dua duymuş muydum, nehre bakıp düşünüyorum. Akşam olup, eve gitme zamanı gelince, ‘bugün de böyle geçti, çoook teşekkür ederim,’ diyerek yoluna devam ediyor ak saçlı, bilge teyze. Biz de evimize dönüyoruz.
Annemle büyük teyzem, aynı apartmanda altlı üstlü yaşıyorlar. İki teyzem var; ikisi de doğma büyüme Adanalı ve şahane ruhlar. Küçüğü dünyanın en iyimser insanı. Fatma adlı bir melek. Esasında önce Ayla imiş ama sonra üstüne ağır geliyor diye düşünülmüş ve adını Fatma’ya çevirivermiş büyükler ama bu tamamen başka bir yazının konusu olarak şimdilik beklemenize bırakılacak. (Bu şahane biçemi Goethe’den kaptım.) Kırk bir kere maşallah, kocasıyla ezelden beri dünyanın en mutlu, en uyumlu eşlerinden ikisi de onlar. Ben de kendime pay biçip öğüneceğim; evliliklerinin çöpçatanı rahmetli babam çünkü. Bir düğündeki dansta eş değiştirerek olayı sonuca bağlamış. Akrabalar. Yani oğlan, bizim oğlan ama genetik tehditi olmayan bir akrabalık onlarınki; tıpkı anne ve babamınki gibi. Birinin babasıyla diğerinin anası teyze çocukları. (Aliye ve Fıtnat kardeşlerin torunları.)
Ben İstanbul’a taşındıktan sonra (1986) benim bilmediklerimi başka toprakların çocuklarından öğrendim, onların bilmediklerini de onlar benden öğrendiler. Teyzem ve annemin evliliği tam da Anadolu usulü evliliktir. Bildik, tanıdık, kültürleri-bir aileden evlilikler kurmak ki bunu ‘kalaylı tasdan su içmek,’ diye deyimleştirmişler. Bunun daha koyusu bilim, ne, dinlemeyen bir adettir. Mal çoksa, yabancıya kaçmasın, tarla bölünmesin, elin oğlu yemesin diye kuzen evlilikleri yaptırılır; o bize genelde ters! Hiç olmamış değil ama ters. Neyse, biz Melek Fatma’ya dönelim. Kız Enstitüsünün enstitü olduğu zamanlarda öyle bir dikiş, nakış eğitimi almış ki senede dört mevsim başı, modellerini kocasına anlatarak seçer, kumaşlarını alır, oturup diker. Onların bu halinin Japonların uzun uzun sürdüğünü ve sadece kitaplarda okuduğumuz Çay Seramonisi’nden bir farkı yoktur. Diyelim ki bize geldi; hoş beşten sonra hemen bir fincan kahvesini ister. Sabah akşam bir kahvesi var, ikincisi yarım. Vişne Bahçesi gibi bir hayat! Muazzam bir sunum ve lezzette yemek yapar. Her sabah yemek yapacağım diye sevinen bir insan yaşıyor. Yok ben hiç de sevinmem diyenler için ‘Ay bunlar nasıl sevinmiyor?’ diye şaşırıyor. Yemek ve bilumum şeylere dair tiyoları var; et olarak koyun kullanmak, turşu için pazara erkenden gidip -araba kullanmaya bayılıyor- küçük salatalıkları ve incecik Konya biberlerini seçmek, reklam gibi olmasın ama ille de Kemal Kükrer sirkesi kullanmak, lezzeti içine girsin diye yemeği çok miktarda yapmamak, fırınlanan bir tepsiden iki yemek çıkarmak- misal; aynı tepsiye hem patates hem patlıcan koyup fırınlıyor. Sonra onları ayrı tencerede yemek yapıyor ve hepsi ‘tıkır-tıkır-tıkır’ pişiyor; bunlar melek Fatma teyzemin ne anlatırsa anlatsın, ruhunuza iyi gelen sesiyle anlattığı şeyler. Buna bir de sizlerin anlattığınıza nida olarak “Aaaa, tabii!”, “Aaa harika olur!”’u ekleyin, işte benim küçük teyzem. E tamam da hep yemek ve ev idaresi mi derseniz! Yıllardır kermeslere keten masa örtüleri, zarif nakışlar işleyerek sosyal dayanışmaya katkıda bulunur. Artık eve dönme zamanı mı geldi? “Lâf çok güzel de hadi bana müsaade,” der gider. Kuzenlerim bana kızacaklar mı bilemem ama Müzeyyen Senar kadar güzel bir sesle şarkı söyleyen teyzemin sesini sevgili eniştem başkalarından kıskanıyor galiba! Hadi teyze ya, söyle hadi; ‘Bir okkacık balım var Bir dönümlük malım var
Bir derdime bin dert katar
Nem alacak felek benim?’şarkısını desek, onu dinler, coştukça daha ister ama devamından mahrum kalırız. Hani nerde Çile Bülbülüm Çile? Nerde?
Diğer teyzeme gelince; adı Saadet. Bu zalim dünyada (esasında bu çok zalim dünyada) beni kahkahalarla güldüren iki insan var; biri Aslan Asker Şvayk’ın yazarı Jaroslav Hasek, biri de Saadet teyzem… Her şeyi, hep komik tarafından gören ve yorumlayan nev-i şahsına münhasır bir ruh. Hayır öyle güllük gülistanlık bir hayat da geçirmeyin aklınızdan; hatta neymiş diyecek kadar başka hayatlara iyi niyetli bir merakınız varsa Nabokov’un ‘İmgeler ve Simgeler’ başlıklı öyküsünü bulup buluşturup okuyun. İşte bu! İşin içinde Adanalılık da olunca, teyzemin söylediği her söz kayıt etmeye değer hale geliyor. Teyzem bizi nasıl güldürdüğünün farkında mı, değil mi onu bilmiyorum, o kendiliğinden böyle yaşıyor. Bir arkadaşlarının dürüstlüğünden bahsediyorlar, annem kendince bir iki şey söylerken, teyzem, ‘yere sarı lira döşesen, dönüp bir tane almaz,’ diyor, elini şöyle geriye doğru havaya kaldırıp son sözü söylemiştir. Yazlıklarında bir emekçinin oğlu ODTÜ’yü kazanmış, onu anlatıyor; ‘süper zekaaaa! Daha okula gitmeden hesap yapıyordu.’ diyor. Bir yakını sıkıntılı bir durum yaratmış ama yakınlık ve durum nedeniyle susmak, sineye çekmek gerekiyor, teyzem, ‘işin Türkçesiiii, gevreğini içine büküp oturduk,’ diyor. Teyze bu ne demek bilmiyorum diye soruyorum, yalan valla, aslında bal gibi biliyorum ne demek olduğunu ama maksat teyzemi konuşturmak, devamında ne geleceğini biliyorum, ‘yuka ekmek var ya,’ diyor, odun ateşine konup sacda pişirilen yufka ekmek demek istiyor fakat Adanalıların dilinde yufka oluyor yuka, eeee teyzeee- soru tonunda- yuka ekmeğin kenarları gevrek olur, onu içine doğru sarıp yeriz, işte öyle öyle sineye çektik ettiklerini, diyor. Nasıl zengin bir dil Anadolu dili; insan hayran kalıyor. Otuz bilmem kaç yıldır İngilizceyle haşır neşirim, gel de çevir bunu İngilizceye!
Lâf lâfı açıyor, birinin zevkini beğenmemiş, teyzem bu, beğenmedim deyip geçmez, onun kendine özgü bir betimleme zenginliği var, ‘yaldızlı kristalleri doldurmuş vitrine, her biri altın diş gibi duruyor,’ diyor. Birinden bahsediyoruz, bir kaç göbek uzak bir akrabanın oğlundan, ben dönüp, adı neydi hele teyze onun diye soruyorum, ‘ Neydi bakiimm, unuttum valla, galle gapalı,’ diyor. Biz katıla katıla gülüyoruz, bunu eski Adanalılar anlar ama daha geniş bir okurumuz vardır umuduyla anlatalım. Kalle, kasa demek, bu bağlamda akıl anlamına kullanılıyor; hatırlayamıyormuş.
Sonra hüzünleniyoruz, altı yılı omuz omuza geçirdiğimiz çok sevgili bir arkadaşımın erkek kardeşi vefat etmiş, gencecik yaşta, onu anlatıyorum, teyzem ‘Azrail, kardeşin olsa faydası yok, iltimas edecek değil sana, ahhh!’ diyor, hep birlikte rahmet diliyoruz.
Teyzemin kendine özgü betimlemeleri o denli zengin ki, o konuştukça sürekli notlar almak gerekiyor çünkü bazı insanları özel kılan bir konuşma biçimi var, onların söyledikleri cümlelerde sözcüklerin sıralaması o kadar önemli ki not edilmezse o büyü bozuluyor. Sonradan da hatırlamak için teyp gibi bellek lazım, nerde bende öyle bellek? O nedenle sürekli not alıyorum. Benim teyzem, bahçe güzel olmuş demez, ‘bahçeyi o kadar güzel yapmış ki, Atatürk Parkı gibi olmuş.’ der, çatışma çıkmasın istiyorsa, ‘sen bilin deyince değirmende kavga olmaz,’ der, geçim ehli olmayan birinden bahsedince, ‘sıkından seyreği makbul!’ der, keskin dilli birinden bahsedince, ‘biraz konuşma tarzı öyle, cellat gibi!’ der, ya da daha da ileri gidip, ‘alnına öyle bir çarpar ki arkana devrilir bir hafta kalkamazsın,’ der, konuşurken kendi yaptığı işleri ballandıra ballandıra anlatanlar için, ‘öyle bir anlatır ki en iyisi kendisininki. Bir takma diş yaptırsa, bir anlatır, nerdeyse eve gitme, dişçiye git, kalıbını aldır, takma diş yaptır.’ der.
Komik bir kadın, çok komik! Birinin akılsızlığından mı bahsediyoruz, teyzem, ‘akıl satın almak için müzayede salonuna gitmişler, fakat kendilerininkinden güzelini görememişler,’ der. Adana’nın bereketli toprağından, meyvesinden sebzesinden havasından suyundan mı bahsediyoruz, teyzem, ‘valla cennette yaradılmışız,’ der. Yahu lütfen söyleyin, bir insanın turpun faydaları konusunda söyleyebileceği özlü bir söz olabilir mi? Teyzemde var, ‘çok faydalıymış, turp yemezsen turp tarlasından geçmeliymişsin, öyle derler, yani hesap et faydasını.’ der. Onun bir de Hulusi Efendisi var, geçimsiz huysuz bir kocadan bahsedilince, ‘Hoşgeldin Hulusi Efendi!’ Darb-ı mesel olmuş bir tanımlama, üstelik rahmetli, akrabamız.
Çinli Amerikalı yazar Amy Tan, İngiliz Dilbilim mezunu olmasına, İngilizcenin feriştahını bilmesine rağmen neredeyse yazdığı bütün romanlarını Amerika’ya göç etmiş Çinli akrabalarının diliyle yazıyor. (Chinese American writer; ABD’de etnik köken bir ön sıfat olarak kullanılabiliyor, ama nereden olursa olsun, sonuçta Amerikalı deniyor, güzel ve rahatlatıcı bence.) Kimi sözcükler yanlış, kimileri Çinceden İngilizceye bire bir çevrilmiş, kırık bozuk bir İngilizceyle insanı ağlatıyor, güldürüyor, okurken tadına doyum olmayan romanlar… Bir kültür, kendine özgü bir konuşma tarzı, masalsı bir söylem. Bir kuşaktan diğerine aktarılıyor, üstelik hedef kitlesi herkes. Şöyle bir dönüp etrafınıza bakın, yaaa ne âlem adam, ya da kadın dediğiniz herkesin, onu başkalarından ayıran bir özelliği, bir konuşma biçemi vardır, onun anlattığı hikâye hikâyedir, masal masaldır, o gidince unutulacak bir güzelliktir. Bir zahmet, çevrenizdeki nev-i şahsına münhasır insanların anlattıklarını not edin, kayıt yapın, kim bilir, belki bir gün bunlardan bir öykü çıkar.
İlkine benim zarif, incelikli teyzem çok yaşa, diğerine de dezzem çok yaşa diyerek… memleketten, içinde çokça deneyim barındıran bir yazıyla son noktayı koyalım.