Adana Yaşanır

Standard

Upuzun iki çinko perde. Arasında daracık bir boşluk. Boşluğun gerisinde eli isli, eli kömür rengi işçiler çalışıyor, üstü çıplak bir adam balyozu havaya kaldırmış, çinko perdede güneşin ışıl ışıl yansıması, az sonra balyoz gümm diye yere inecek. Bir filmde görsek vayyy be ne görkemli bir fotoğraf derdik ama o kadar hızlı geçiyor ki o an, fotoğrafını çekmeye zaman bulamıyoruz. 

Kaburgacı Cabbar’ı bulduğumuz yerdeyiz. Adana Karşıyaka. Hilton Oteli’nden metroya doğru giderken, kapkara binalar arasında, kapkara duvarlar altında ufacık bir lokanta. Kapıdan girmeden önce burada lokanta mı olur yaa diye iki kere bakacağınız bir lokanta, hoş burası zaten lokanta değil ki, Kaburgacı Cabbar. Tek masa, iki üç sandalye, ufak bir ocak başı, üç çalışan. İçeri girince bizi kırk yıldır tanıyormuş gibi karşılıyorlar, masaya beyaz bir kağıdı serip hemen yanı başımızda salatamızı yapmaya başlıyor Sinan Usta. 

Bi zahmet Jamie Oliver buraya gelsin de soğan bu kadar hızlı ve bu kadar ince nasıl kıyılır görsün. İki dakikada iki çeşit salatayı taze taze yapıp önümüze koyuyor. Tabak yok, çatal var, buzlu kola var, bir de tadına doyulmaz kaburga ve yağlı ekmek. Dedeleri Mehmet Ağa 1958’de başlamış bu işe, sonra oğlu Cabbar, şimdi de torunu Sinan. Sanayi Çarşısı’nın ortasında, kapkara binaların arasında böyle bir lezzeti tadacağınıza ihtimal vermiyorsanız, denemesi adam başı on beş liradır, kartvizitinde başka şubemiz yoktur yazar, Cumhuriyet Mahallesi 58/A’da sabahın köründen ikindiye kadar sizi ağırlar. 

Abuzer Kadayıf. Kim mi? Bici Bici ustası Abuzer Dayı. Amerikan Pazarı’ndan çıkıp Ziya Paşa Bulvarı’na doğru yürüyün, ilk sola dönünce bulacaksınız onu. Ama sakın ola ki bir dükkan filan aramayın, bir apartmanın altında, tezgahını koymuş, elinde buz rendesi, bici hazırlıyor. Ter bedeninizden şıpır şıpır damlarken ağzınız diliniz ferahlıyor. Denemesi üç lira. Kartviziti yoktur, mahalleye girince Abuzer Dayı’nın yeri deyin, işaret parmaklarıyla “deyha orda!”

Memleketten dönüş günü. Bir kaç saate sevdiğimiz bir kaç lezzeti sığdırmak için uğraşıyoruz, tulumba tatlısı bir dahaki sefere kalsın, Birbiçer’de ciğeri de bir dahaki sefere yazalım, karnımız doydu, sokak aralarında yürüyüp biraz nostaljik takılalım, işte Pandora. Ben beni bildim bileli var bu dükkan, gümüşler, yüzükler, incik boncuk bir şeyler ve sahibi olan o amca. Kapıdan girdiğimiz an bizi tanıyan bir gülümsemeyle ayağa kalkıyor, elli yılın esnafı, dükkanın önündeki Ramazanoğlu Caddesi’nin şanının pabucunu dama atmış biri o, yol tarifi yapan insanlara Pandora’nın Sokağı demeyi öğretmiş, denemesi bedava, girip içeriye o herkesi tanıyarak karşılayan gülüşü bir de siz görün.

Zamanımızı doğru kullanıp bir de kahve molası verelim diyoruz. Ziya Paşa’daki Noa’ya giriyoruz. Çok eski dost, sevgili Emre Ürgenç açtı burayı, benim ilk gelişim, sorduk, Emre yokmuş. Kahveleri içtik, hesap istedik, Emre Bey’in ikramı dediler. Haber ne zaman gitti, nerden öğrendi geldiğimizi, bu ne hız? 

Fıstığımızı da aldık, şimdi doğru havaalanına. Nihat Bar’da küçük bir şarap içip, uçağa bineceğiz. Şarap ilaç niyetine, uçak korkumu gidermek için sakinleştirici, fakat eyvah, Nihat’ta artık şarap yok. Mecburen üstteki lokantasına çıkıp kadeh şarap vermeyi kabul etmedikleri için 144 liraya bir şişe açtırıyoruz. Oğlumla yudumlayıp, çakır keyif uçağa biniyoruz. 

Adana yaşanır. Biz bunu biliyoruz. 

İnsanlar Masal Gibi

Standard

Her gün birkaç öykü okumanın insana iyi geldiğini deneyimleyerek öğrendim. Bugün bahçede uğraşırken, mahallenin bütünnn kedilerinin sevgilisi Dilek Hanım, yan bahçeden bana ‘insanlar masal gibi!’ dedi, kucağında on gün önce doğmuş beş siyah kedi, bırakmammm ben sizi yaban ellereeee, birden gözlerim sulandı, gözyaşlarım aktı akacak, utandım da, akmasın şimdi ‘şu anda sevinç dolu’ bir kadının yanında, üstelik böyle ‘tek cümlelik öykü’ gibi bir de lâf söylemiş, kocası ölmüş, yaşlı annesinin bakımıyla uğraşıyor, içi sevgi yüklü bir insan, kalan herşeyi kedilere salıyor. Ocakta kaynayan bir şey var gidip altını kapayayım deyip, doğru içeri! İtiraf ediyorum, bir yandan da söylediği cümleyi aynı sırada aklımda tutup, hemen not edeceğim, duyguları yaşamak belleğimin önüne geçer, unutup giderim sonra. İnsanlar masal gibi!

Ben duygularımın yüklü olduğu zamanlarda öykülere sığınırım, biraz yalnız insan kaçışıdır, şimdi neden yalnızız faslına hiç girmeyeceğim, Özdemir Asaf’ın ‘yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa, yalnızlık olmaz.’ dizelerine gönderme yapıp bu konudan çark edeceğim. Notumu alıp, Pazar günü Remzi’den aldığım kitaba elimi attım, ‘Erken Kaybedenler’, hatırlarsınız, bir kaç hafta önce kitaptaki bir öyküden bahsedip, Emrah Serbes’e teslim olduğumu yazmıştım. Sonra kitapcık, bitiremeden benden gitti, oğullar kurt, maşallah, onlar öyküler üstünde bir şeyler çalışıyorlarmış, ben ödünç kitaptan mahrum kaldım, eh, ne yapalım, aldık bir tane! İçindeki her öykü, evet, her öykü çok güzel yazılmış. Amaaaa, bir tanesi var ki bir tanesi, ahh nasıl da hem gözyaşı dökerek, hem kahkahalarla gülerek okunuyor, okumadan bilemezsiniz. ‘Ağbim yirmi yaşında bu vatan için şehit oldu.’ diyen bir çocuğun insanı sersemleten ilk yumruğu ile sallanıyorsunuz, başlığı ‘Üst Kattaki Terörist’. Siz belki beni dinlemeyip, okumazsınız ama ben çok yıllardır üniversitede hocalık yapan bir insan olarak hep ‘belki biri dinler, biri önerdiğimi yapar!’ gibi tek kişilik hedefleri çok önemseyen bir insan olarak diyeceğimi derim çünkü çok hoş, biri mutlaka yapar!

Geçen haftanın günlerinde de Pınar Öğünç’ün öyküleriyle sarmaş dolaş oldum. Hikaye şöyle, sömestr tatilinde annemi ziyaret etmek için Adana’ya gitmiştim. Bu gezilerimde zamanımın bir kısmını dost, hısım, akrabaya ayırırken bir kısmında da bağımsız ruhum şehri gezer, Gazi Paşa Bulvarı’ndaki Kitapsan’a girdim, biraz film aldım, festival filmleri üç kuruşa ortaya yayılmış, harika, filmlerden konuşurken, satış sorumlusunun bu işlerden anlar bir insan olduğunu fark ettim. Böyle durumlarda, insanlara fikir sormaya bayılırım, ‘var mı önereceğiniz bir kaç kitap?’ dedim, gidip bir kaç tane seçti, hepsini aldım, Pınar Öğünç’le işte böyle tanışmış olduk, bu arada, entellektüel satıcının adı Mehmet Sarı. Pınar Öğünç’ün ‘Aksi Gibi’ başlıklı öykü kitabında, yine her öykü çok güzel ama hep bir ‘daha güzel’ vardır, ‘Bir Derdiniz mi Var?’ ı iki kere okudum, ikincisi 23 Nisan tatilinin ertesi gününe denk geldiği için sınıfta çok az öğrenci vardı, günlerden Cuma olunca bir kaç erkek öğrenci de namaza gitti, sınıfta dört öğrenci bir öğretmen kaldık, öykü okumak için şahane bir zaman. Kış Uykusu’nda Nadir Sarıbacak’ın masaya şakkkkkk diye vurduğu sahnedeki gibi bir performans gösterdim, iyi olduğu söylenen her öğretmenin içinde olamamış bir aktör yatar çünkü, onu oynar. Onu oynar. Keşke ben de sizlerle olan sohbetimde Açık Radyo usulü yazabilsem! Orada bir film ya da kitap üstüne konuşulurken, herkes filmi görmüş, kitabı okumuş kabul ediliyor, böylelikle filmin ya da kitabın sonunu açığa çıkarmak bir önem taşımıyor. Ama benim bu köşe yazısında bunu yapmaya hakkım yok, yazara ve sizlere olan saygım nedeniyle yok!Sonra da aynı kitapta ‘Bülent Ersoy Taklidi’ni okumayim mi, okuyup kendimi o karakter sanmayim mi? Yazmak eylemini çok sevdiğim için ikide bir sevdiğim ünlü yazarlarla yapılmış söyleşileri okurum, en iyi adres The Paris Review’dir, Hemingway bile var, hesap edin. Kaç yaşında ilk yazılarını yazmışlar, hangi saatlerde yazarlarmış, onları yazmak için dürten neymiş, hep bir yol ararım, sanki o hazineyi bulsam, oraya sarıp ben de harika şeyler yazacağım. İçinde Sevim Burak’ın sözcükleri evin perdelerine iğnelediği gibi detay bir bilgi bile var ki bunu taaa üniversite yıllarımda evine söyleşi yapmaya giden bir arkadaşımdan duymuştum. Bütün bu olanları yolda sokakta tanıştığım herhangi birine anlatmış olabilir miyim? Benden mi duymuş? Hınzır hınzır dinleyip, sonra da bu öyküyü mü patlatmış? Pınar Öğünç, yazar olmak isteyen o insanın macerasını anlatmış. Üstelik sonunu da ‘Eğer bunu bir dergide, bir kitapta okursanız, bilin ki biri benden çalmıştır.’ diye bitirmiş. Ona tweet attım, acaba benden mi çalmış? Gerçi yanıt yazmadı, gülüp geçmiştir. İnsanlar masal gibi!

O selamın hatırına

Standard

Babamın bir kaç kez, ‘cenazelere kalanlar için gidilir,’ dediğini hatırlıyorum. Hazin bir olay sonrası; kalanların acısını dindirmek, meğer ne çok sevenimiz varmış duygusunu yeşertmek için söylemişti belli ki; ayrıca babam varoluşçuydu. Sonra bunu söyleyen de gitti bir Mart günü, 2010 yılında. Yazı hüzünlü başladı ama okumaktan vaz geçmeyin- güzel bir şey geldi gelecek! 

Adana Kabasakal Kabristanı’nda çok büyük bir katılımla defnedildi babam ama bensiz! Çünkü ben mezarlıkta kayboldum. Şaka değil; taziyeleri alırken duygu yüklü konuşmalara dalıp gittim, duygulardan uyanınca bir baktım biz orada iki kişi kalmışız; ben ve Adana’da uzun süre belediye başkanlığı yapmış olan Aytaç Durak. Babamla siyasi görüşleri tamamen zıttı fakat Anadolu’da ilişkiler gülümseyerek şöyle tanımlanır: ‘teyzemin- görümcesinin- oğlu.’ Sosyal bağ hep ‘yüz yüze olmaktan utanmamak üzere’ kurulur, nezaketle ve o nedenle Adliye’de Aytaç Durak’ın kendisine asla oy vermediğini düpedüz bildiği bir insanın ardından yaptığı övgü dolu, onurlandırıcı konuşma hiçbir Adanalıyı şaşırtmaz. Uzaklaştırdım ama hemen hatırlatayım; kabristanda, caminin az ötesindeyiz. Taziye alanının bomboş olduğunu ‘algılayabildiğimde’ bir panik, bir panik; başı boş dört nala koşturan kara bir ata dönüştüm. Bir o yana, bir bu yana koşturup cemaatten bir iz görmek için çırpındım. Çırpındım. 

Vardığımda; görmek istemediğim seyir  bitmişti. Babamın üstünü kuşatan kutlu toprağı seyrederken aklıma sevgili bir iş arkadaşım düştü. Sevgin. Annesi ağır hastayken, ondan önce apansız babasını kaybetmişti. Üniversiteden büyük bir katılımla evlerinden çıkıp cenazeye gitmiştik. Bir şoförün yanlış saptığı yollar nedeniyle arkadaşım gelinceye kadar babası defnedildi. Allah için; imam uzun süre beklemişti. Ama olmadı. Neden diye sorguladığım ân bir yanıt buluvermiştim; ‘demek ki dayanamayacaktı yavrucak!’

Sonraki günlerde gelenimiz gidenimiz çok oldu. Akın akın gelen konuklar tatlı anılarıyla, babamın yaptığı bir iyiliği yâd etmekle, kollarından taşan yemeklerle, kurabiye ve ev yapımı böreklerle acımızı dindirmeye uğraştı. Bolca kahkaha atıldı çünkü ölenin mizahı sağlamsa kalan da ondan nasibini alıyordu. Akla gelen de geldi, gelmeyen de. Ne mutlu bize! Altıncı günün gecesi biz bize konuşurken annem “Bakın çocuklar size beni çok mutlu eden bir şey söyleyeceğim,” dedi; bir sır veriyormuş gibi kulak kabarttık:

“Vakıf Bey her gün geldi, her duaya katıldı. Çok mutlu oldum. Oysa babanızla yakın bir arkadaşlıkları yoktu. Ne kadar muhterem bir insanmış.”

Yedinci gün Vakıf Bey yine geldi.

Duadan sonra ona; 

“Vakıf Amca, bizi çok mutlu ettiniz, her gece duamıza katıldınız, şeref verdiniz, çok teşekkür ederiz. Açıkcası, çok yakın arkadaş olmamanıza rağmen gelişiniz bizi öylesine mutlu etti ki size özel olarak teşekkür etmek istedik,” dedim. 

Sonra Vakıf Bey bana, bize, hepimize bir ders verdi. 

“Karataş’ta her sabah evden çıkıp, sizin evin önünden geçerek ekmek almaya giderdim. Rahmetli babanız terasta otururdu, mutlaka elinde ya bir gazete, ya bir kitap, o okurken ben evin önünden geçerdim. Demek ki okurken bile önünden geçene hep dikkat ediyordu, hafifçe yerinden doğrulur, sağ elini havaya kaldırarak bana selam verirdi. Bazen eve yaklaşırken ‘acaba yine doğrulup bana selam verecek mi?’ diye merak ederdim. Her defasında verirdi, beni bir kez bile yanıltmadı, beni bir kez bile selamsız geçirmedi. O selamın hatırına geliyorum evladım.”

Babam ve Vakıf Bey, her ikisi de istikrarlı bir içsellikle davranarak aklıma Yusuf Atılgan’ın, Çehov’un karakterlerini getiriyor, yaşamı yorumlayışlarıyla kalanlara ders veren iki güzel insan. Hep selam veren bir adam, o selamı hep almayı arzulayan bir başka adam, kalanlara değil – gidene selam veren bir adam. 

Emsalleri çok olsun. 

Not: Vakıf Acunsal, ÇEAŞ eski genel müdürü. 

Sevmek Birinci Gelir

Standard

Üniversite öğrencisiyken (‘79- ‘83) anne babayı özledikçe, tatil fırsatı buldukça Ankara- Adana arasında gidip gelirdim. Son yıl, tam da staj başlarken kızamık olunca uçağa binmem hariç, hep zamanın ünlü Varan’nıyla yapardım bu yolculukları. Kızılay’daki ofisten biletimi alır, gelmişken üstteki o güzel mekanda tavuklu göğüsümü yer, günü geldiğinde gitmem gereken durağa gidip otobüsteki yerime yerleşirdim. Orhan Ağaçlı tesislerinde koyu kaynatılmış domates çorbasını içmek özleyerek ve kendimi iyi hissederek yaptığım bir ritüeldi. Oranın her daim serin havasını solumak bile çok güzeldi.

Yanımdaki koltukta her zaman bir şansız otururdu. Bir kurban. Niye derseniz? Her türlü yolculukta yanımda oturanla daha yola çıkar çıkmaz konuşmaya başlarım. Sohbeti sevmeyen, ya da dünyaya sana ne be arkadaş, git işine diye bakan biri için istenmeyen bir yol arkadaşıyım. İlk sözüm, iyi yolculuklar olur, iyi bir dilek. Fakat enteresan olan şu; buna yanıt vermeyen ve devamını getirmeyen tek bir kişiye bile rastlamadım.

Kimlerle tanıştım, kimlerle neler yaşadım. Yolculuğun her insan için bir amacı vardır; artık ağırlaşmış bir teyzeyi son kez görmek- ahh, bir bilseniz, öyle tatlıdır ki- onda yeri farklı olan bir kuzenin düğününe katılmak, bir cenazeye gitmek, çok üzülmek, ya da öylesine, çok pinpirikli bir danışman eşliğinde teze biraz ara vermek, biraz hava değişikliği yaşamak istemek, hepsi bir yolculuk amacı. Bir keresinde sohbet şu hale geldi; gittiği yerde kalacak yeri yok. Bakacak artık. Gel bizde kal dedim. Yeminle. Ve geldi. Kaldı bir kaç gün. Sonraları oldukça meşhur bir yazar çizer oldu. Komik durumlar ama tam da bana göre, bilen bilir, şaşırmaz halime.

İyiniyet iyidir.

Belki bin yolculuk, bin bir de öyküm var; kim bilir, bazılarını hayal mi ediyorsam artık?

Ama birini unutmuyorum. Ben genceciğim, yanımda oturan kadın ise bana göre çok büyük; orta yaşlarda; belki elli üstü filan. Fiziksel özellik anlatmayı sevmiyorum ama Adanalıların akça pakça dediği, balık etinde hoş bir kadındı, kolunda ince bir altın bilezik, boynunda zincir, ucunda dört yapraklı yonca.

İlk kez bir araya geldiğiniz insanlar size hiç ummadığınız bir anda, hiç beklemediğiniz bir şey söylerler ve bu, sadece yolculuklarda olur. İnsanların, bir daha görme ihtimali sıfır olan insanlara yüreklerinde ne varsa açmak isteği var. Belki bir tür terapi. Onun analizini psikologlara bırakalım. En damardan sözcüğü en başta söylerler;

“Üç yıl önce oğlumu kaybettim, tek çocuğumdu.”

İlk anda söylenmesi gereken sözler…

Sağolun…

Üniversitede okuyormuş. İçli köfteleri, sarmısaklı köfteleri, yaprak sarmalarını, su böreğini- çok severdi- yapıp yanına gitmiş, özlem gidermeye. Bir anda gelen bir enfaktüs, yanında gidivermiş yavrusu. Şimdi iki kere sıkı duralım; ilki şu; biliyor musunuz; eğer yanında olmasaydım hayat boyu bir şüphe ile yaşayacaktım. Biri mi gelmişti? Bir şeye mi üzülmüştü? Olmadık bir durum mu olmuştu? Ama hayır. İkimiz tek başımızaydık ve ortalıkta sıkıntıdan eser yoktu. İkinci söylediğiyse başka türlü bir karar. Onu o kadar çok seviyorum ki, çok tuhaf, acısını taşımayı bile sevmem gerektiğini hissediyorum.

Uzun süren bir sessizlik yaşadık.

Neyse ki mola yeri geldi. Orhan Ağaçlı Tesisleri.

Haydi kalkın, bir çorba içelim dedim, ikimize de iyi gelir. Tabii büyük ısrarlarla ben ikram ettim.

Bana kalırsa, hayattaki bize özgü ne kadar fiil varsa; öfkelenmek, nefret etmek, kızmak, intikam almak ve daha, kötü-iyi ne kadar fiil varsa; bir yarışa sokulsalar, bir bayrak yarışına; sevmek birinci gelir. Düşse de, dizleri morarsa da, çökse de, sevgisi karşılıksız olsa da, imkansız olsa da, eşit olmasa da; sevmek’ birinci gelir.

Çünkü, sevmek acelecidir, sabırsızdır, salaktır, saftır, loser’dır. Ama bir insanın yüreğinde taşıdığı en güzel şeydir.

Anneler gününüz kutlu mutlu olsun.

Memlekette

Standard


Seyhan Nehri’ni seyrediyorum. Suriyeli erkek mülteciler mırra satıyor- kulpsuz fincanla içilen bir tür acı kahve- ufak tefek işletmelerde gözleme, çay, kahve servisi yapılırken Adanalılar parkta yayılıp, sıradan güneşli bir günün keyfini çıkarıyor. Burası sıfatı gibi tüm insanları kucaklayan  güzel bir Halk Parkı.
Annemle banka oturup hem nehri seyrediyor hem ‘eskiden yeniden’ konuşuyoruz. Biraz önümüzdeki bir bankın kenarına yaşlıca bir kadın ilişmiş. Sırtını bankın arkasına vermemiş, tam tersine bankın bir köşesinde nehire doğru değil, gelip geçen insanlara doğru dönmüş yüzünü çünkü evde sıkılıyor ve sevgili canı muhabbet etmek istiyor. İnsan insana yakınsa hep öyle olur ; dönüp bize bir lâf atıyor, ne diyor, onu hatırlamıyorum- hava güzel, bugün de güneş iyi ısıtıyor- gibi bir girişle konuşmayı başlatmıştır. Ben hiç yaş tahmin edemem ama çok bayramlar görmüş olduğu belli. Çocuklarını büyütmüş; kimi doktor, kimi diplomat olmuş. Tatlı dilli, güler yüzlü bir kadın. Uzun uzun hayatından anlattı ama ne anlattıysa anlaşılan o ki hep olumsuzluklardan bir olumluluk yakalamayı bilmiş. Teyzecim dedim, ne güzel anlatıyorsunuz, içiniz kıpır kıpır, sizi gören dünyanın bütün insanlarını iyi varsayar. Belki yöresel, belki de kendine özgü bir deyişle özetleyiverdi; 
“Ben herkesle konuşurum yavrum! Dağğğ emmimmm, davşannn dayımmm!”
Dağ emmim davşan dayım! Bir an düşündüm; hayatımda bundan daha barışçıl bir söz duymuş muydum? Çocuklardan, mezuniyetlerinden konuşunca;  “Alllah dadını aldırsın yavrum,’ diyor. Doğru be teyzecim, bazen hayat nasıl da çaresiz bırakıyor insanı, nasıl da dokunaklı, mahsun, öksüz bırakıyor? İtiraf ediyorum, korkarak; suretlerine derin hatlı bir hüzün sabitlenen her  canın sabrı bol olsun diye diliyorum. Bundan güzel dua duymuş muydum, nehre bakıp düşünüyorum. Akşam olup, eve gitme zamanı gelince, ‘bugün de böyle geçti, çoook teşekkür ederim,’ diyerek yoluna devam ediyor ak saçlı, bilge teyze. Biz de evimize dönüyoruz. 
Annemle büyük teyzem, aynı apartmanda altlı üstlü yaşıyorlar. İki teyzem var; ikisi de doğma büyüme Adanalı ve şahane ruhlar. Küçüğü dünyanın en iyimser insanı. Fatma adlı bir melek.  Esasında önce Ayla imiş ama sonra üstüne ağır geliyor diye düşünülmüş ve adını Fatma’ya çevirivermiş büyükler ama bu tamamen başka bir yazının konusu olarak şimdilik beklemenize bırakılacak. (Bu şahane biçemi Goethe’den kaptım.) Kırk bir kere maşallah, kocasıyla ezelden beri dünyanın en mutlu, en uyumlu eşlerinden ikisi de onlar. Ben de kendime pay biçip öğüneceğim; evliliklerinin çöpçatanı rahmetli babam çünkü. Bir düğündeki dansta eş değiştirerek olayı sonuca bağlamış. Akrabalar. Yani oğlan, bizim oğlan ama genetik tehditi olmayan bir akrabalık onlarınki; tıpkı anne ve babamınki gibi. Birinin babasıyla diğerinin anası teyze çocukları. (Aliye ve Fıtnat kardeşlerin torunları.) 
Ben İstanbul’a taşındıktan sonra (1986) benim bilmediklerimi başka toprakların çocuklarından öğrendim, onların bilmediklerini de onlar benden öğrendiler. Teyzem ve annemin evliliği tam da Anadolu usulü evliliktir. Bildik, tanıdık, kültürleri-bir aileden evlilikler kurmak ki bunu ‘kalaylı tasdan su içmek,’ diye deyimleştirmişler. Bunun daha koyusu bilim, ne, dinlemeyen bir adettir. Mal çoksa, yabancıya kaçmasın, tarla bölünmesin, elin oğlu yemesin diye kuzen evlilikleri yaptırılır; o bize genelde ters! Hiç olmamış değil ama ters. Neyse, biz Melek Fatma’ya dönelim. Kız Enstitüsünün enstitü olduğu zamanlarda öyle bir dikiş, nakış eğitimi almış ki senede dört mevsim başı, modellerini kocasına anlatarak seçer, kumaşlarını alır, oturup diker. Onların bu halinin Japonların uzun uzun sürdüğünü ve sadece kitaplarda okuduğumuz Çay Seramonisi’nden bir farkı yoktur. Diyelim ki bize geldi; hoş beşten sonra hemen bir fincan kahvesini ister. Sabah akşam bir kahvesi var, ikincisi yarım. Vişne Bahçesi gibi bir hayat! Muazzam bir sunum ve lezzette yemek yapar. Her sabah yemek yapacağım diye sevinen bir insan yaşıyor. Yok ben hiç de sevinmem diyenler için ‘Ay bunlar nasıl sevinmiyor?’ diye şaşırıyor. Yemek ve bilumum şeylere dair tiyoları var; et olarak koyun kullanmak, turşu için pazara erkenden gidip -araba kullanmaya bayılıyor- küçük salatalıkları ve incecik Konya biberlerini seçmek, reklam gibi olmasın ama ille de Kemal Kükrer sirkesi kullanmak, lezzeti içine girsin diye yemeği çok miktarda yapmamak, fırınlanan bir tepsiden iki yemek çıkarmak-  misal; aynı tepsiye hem patates hem patlıcan koyup fırınlıyor. Sonra onları ayrı tencerede yemek yapıyor ve hepsi ‘tıkır-tıkır-tıkır’ pişiyor; bunlar melek Fatma teyzemin ne anlatırsa anlatsın, ruhunuza iyi gelen sesiyle anlattığı şeyler. Buna bir de sizlerin anlattığınıza nida olarak “Aaaa, tabii!”, “Aaa harika olur!”’u ekleyin, işte benim küçük teyzem. E tamam da hep yemek ve ev idaresi mi derseniz! Yıllardır kermeslere keten masa örtüleri, zarif nakışlar işleyerek sosyal dayanışmaya katkıda bulunur. Artık eve dönme zamanı mı geldi?  “Lâf çok güzel de hadi bana müsaade,” der gider. Kuzenlerim bana kızacaklar mı bilemem ama Müzeyyen Senar kadar güzel bir sesle şarkı söyleyen teyzemin sesini sevgili eniştem başkalarından kıskanıyor galiba! Hadi teyze ya, söyle hadi; ‘Bir okkacık balım var Bir dönümlük malım var 
Bir derdime bin dert katar 
Nem alacak felek benim?’şarkısını desek, onu dinler, coştukça daha ister ama devamından mahrum kalırız. Hani nerde Çile Bülbülüm Çile? Nerde? 
Diğer teyzeme gelince; adı Saadet. Bu zalim dünyada (esasında bu çok zalim dünyada) beni kahkahalarla güldüren iki insan var; biri Aslan Asker Şvayk’ın yazarı Jaroslav Hasek, biri de Saadet teyzem… Her şeyi, hep komik tarafından gören ve yorumlayan nev-i şahsına münhasır bir ruh. Hayır öyle güllük gülistanlık bir hayat da geçirmeyin aklınızdan; hatta neymiş diyecek kadar başka hayatlara iyi niyetli bir merakınız varsa Nabokov’un ‘İmgeler ve Simgeler’ başlıklı öyküsünü bulup buluşturup okuyun. İşte bu! İşin içinde Adanalılık da olunca, teyzemin söylediği her söz kayıt etmeye değer hale geliyor. Teyzem bizi nasıl güldürdüğünün farkında mı, değil mi onu bilmiyorum, o kendiliğinden böyle yaşıyor. Bir arkadaşlarının dürüstlüğünden bahsediyorlar, annem kendince bir iki şey söylerken, teyzem, ‘yere sarı lira döşesen, dönüp bir tane almaz,’ diyor, elini şöyle geriye doğru havaya kaldırıp son sözü söylemiştir. Yazlıklarında bir emekçinin  oğlu ODTÜ’yü kazanmış, onu anlatıyor; ‘süper zekaaaa!  Daha okula gitmeden hesap yapıyordu.’ diyor. Bir yakını sıkıntılı bir durum yaratmış ama yakınlık ve durum nedeniyle susmak, sineye çekmek gerekiyor, teyzem, ‘işin Türkçesiiii, gevreğini içine büküp oturduk,’ diyor. Teyze bu ne demek bilmiyorum diye soruyorum, yalan valla, aslında bal gibi biliyorum ne demek olduğunu ama maksat teyzemi konuşturmak, devamında ne geleceğini biliyorum, ‘yuka ekmek var ya,’ diyor, odun ateşine konup sacda pişirilen yufka ekmek demek istiyor fakat Adanalıların dilinde yufka oluyor yuka, eeee teyzeee- soru tonunda- yuka ekmeğin kenarları gevrek olur, onu içine doğru sarıp yeriz, işte öyle öyle sineye çektik ettiklerini, diyor. Nasıl zengin bir dil Anadolu dili; insan hayran kalıyor. Otuz bilmem kaç yıldır İngilizceyle haşır neşirim, gel de çevir bunu İngilizceye! 
Lâf lâfı açıyor, birinin zevkini beğenmemiş, teyzem bu, beğenmedim deyip geçmez, onun kendine özgü bir betimleme zenginliği var, ‘yaldızlı kristalleri doldurmuş vitrine, her biri altın diş gibi duruyor,’ diyor. Birinden bahsediyoruz, bir kaç göbek uzak bir akrabanın oğlundan, ben dönüp, adı neydi hele teyze onun diye soruyorum, ‘ Neydi bakiimm, unuttum valla, galle gapalı,’ diyor. Biz katıla katıla gülüyoruz, bunu eski Adanalılar anlar ama daha geniş bir okurumuz vardır umuduyla anlatalım. Kalle, kasa demek, bu bağlamda akıl anlamına kullanılıyor; hatırlayamıyormuş. 
Sonra hüzünleniyoruz, altı yılı omuz omuza geçirdiğimiz çok sevgili bir arkadaşımın  erkek kardeşi vefat etmiş, gencecik yaşta, onu anlatıyorum, teyzem ‘Azrail, kardeşin olsa faydası yok, iltimas edecek değil sana, ahhh!’ diyor, hep birlikte rahmet diliyoruz. 
Teyzemin kendine özgü betimlemeleri o denli zengin ki, o konuştukça sürekli notlar almak gerekiyor çünkü bazı insanları özel kılan bir konuşma biçimi var, onların söyledikleri cümlelerde sözcüklerin sıralaması o kadar önemli ki not edilmezse o büyü bozuluyor. Sonradan da hatırlamak için teyp gibi bellek lazım, nerde bende öyle bellek? O nedenle sürekli not alıyorum. Benim teyzem, bahçe güzel olmuş demez, ‘bahçeyi o kadar güzel yapmış ki, Atatürk Parkı gibi olmuş.’ der, çatışma çıkmasın istiyorsa, ‘sen bilin deyince değirmende kavga olmaz,’ der, geçim ehli olmayan birinden bahsedince, ‘sıkından seyreği makbul!’ der, keskin dilli birinden bahsedince, ‘biraz konuşma tarzı öyle, cellat gibi!’ der, ya da daha da ileri gidip, ‘alnına öyle bir çarpar ki arkana devrilir bir hafta kalkamazsın,’ der, konuşurken kendi yaptığı işleri ballandıra ballandıra anlatanlar için, ‘öyle bir anlatır ki en iyisi kendisininki. Bir takma diş yaptırsa, bir anlatır, nerdeyse eve gitme, dişçiye git, kalıbını aldır, takma diş yaptır.’ der. 
Komik bir kadın, çok komik! Birinin akılsızlığından mı bahsediyoruz, teyzem, ‘akıl satın almak için müzayede salonuna gitmişler, fakat kendilerininkinden güzelini görememişler,’ der. Adana’nın bereketli toprağından, meyvesinden sebzesinden havasından suyundan mı bahsediyoruz, teyzem, ‘valla cennette yaradılmışız,’ der. Yahu lütfen söyleyin, bir insanın turpun faydaları konusunda söyleyebileceği özlü bir söz olabilir mi? Teyzemde var, ‘çok faydalıymış, turp yemezsen turp tarlasından geçmeliymişsin, öyle derler, yani hesap et faydasını.’ der. Onun bir de Hulusi Efendisi var, geçimsiz huysuz bir kocadan bahsedilince, ‘Hoşgeldin Hulusi Efendi!’ Darb-ı mesel olmuş bir tanımlama, üstelik rahmetli, akrabamız. 

Çinli Amerikalı yazar Amy Tan, İngiliz Dilbilim mezunu olmasına, İngilizcenin feriştahını bilmesine rağmen neredeyse yazdığı bütün romanlarını Amerika’ya göç etmiş Çinli akrabalarının diliyle yazıyor. (Chinese American writer; ABD’de etnik köken bir ön sıfat olarak kullanılabiliyor, ama nereden olursa olsun, sonuçta Amerikalı deniyor, güzel ve rahatlatıcı bence.) Kimi sözcükler yanlış, kimileri Çinceden İngilizceye bire bir çevrilmiş, kırık bozuk bir İngilizceyle insanı ağlatıyor, güldürüyor, okurken tadına doyum olmayan romanlar… Bir kültür, kendine özgü bir konuşma tarzı, masalsı bir söylem. Bir kuşaktan diğerine aktarılıyor, üstelik hedef kitlesi herkes. Şöyle bir dönüp etrafınıza bakın, yaaa ne âlem adam, ya da kadın dediğiniz herkesin, onu başkalarından ayıran bir özelliği, bir konuşma biçemi vardır, onun anlattığı hikâye hikâyedir, masal masaldır, o gidince unutulacak bir güzelliktir. Bir zahmet, çevrenizdeki nev-i şahsına münhasır insanların anlattıklarını not edin, kayıt yapın, kim bilir, belki bir gün bunlardan bir öykü çıkar. 
İlkine benim zarif, incelikli teyzem çok yaşa, diğerine de dezzem çok yaşa diyerek… memleketten, içinde çokça deneyim barındıran bir yazıyla son noktayı koyalım. 

Bir Masal Şehri

Standard


Kanalın yanına ekilen kavak hikayelerinin hiç bitmediği şehirdeyiz. 

“Çok hastayım teyze!”

“Ne o gızzz! Horoz mu depti? diye soran teyzelerin şehri burası. 

Biraz daha eskilere gidersek; her horoz, gendi zibilliğinde gubarır burada ve garip itin guyruğu döşünde gerektir.

Her özdeyiş, öyle olmaya hak kazandırır biçimde hep yerli yerinde, tam da gerektiği anda söylenir. Haklı olsan da el içinde susmayı bileceksin anlamına geldiğini  yavaş yavaş öğretir sana bu şehir. 

“Dayım, para topluyoruz.”

“Ne için yeğenim?”

“Cami.”

“Kele git! Mektep deseydin seni paraya çimdirirdim.’ diyen amcaların şehri burası. Belki cebinde parası yok, belki arkadaşı Ahmet’i bekliyor çay içmek için ama tok diliyle seni paraya çimdirenlerin şehri. Sıcağı sarı sıcak, yapış yapış… Ağustos ortası; Şakir Paşa’da uçaktan inerken ‘yok yaaa, motorun sıcağıdır bu!’ diyerek bir merdiven inişi kadar kendini avuttuğun bir şehir. Havaalanından çıkışta taksicinin telaşlı, canı tez ve nasırlı eliyle kaptığı bavulun içine bir rahatlık verecek; öyle insanların yaşadığı bir şehir. Hoş geldin! 
“Nasıl? Havalar hep böyle çok sıcak mı?”

“Valla abla, dünenn cibinliği kurduk dama. Püfür püfür uyuduk,” der burda abiler. Sıcak ne ki! Ne dokunur onlara, ne şikayetçiymiş gibi görünmeyi severler. Zaten seni yerine koyup, dürüm arası kebap yiyecekler. Kana kana şalgam içecekler. Bi de “ yap bi bici dayım!”

Az biraz sohbete dalarsan anlarsın ki; misal, şu aralar en büyük dertleri Mardinliler. 
Sebep? Halin % 80’ini Mardinliler sarmış! O yüzdeler, öyle kararlı bir tonda söylenir ki; sanırsın hemşehrin istatistik uzmanı! 

Bu şehirde kocamışlar, ‘ne günlerden ne günlere geldik’ diye iç geçirir. Birinin başına iyi bir şey mi geldi, şansı bol mu? ‘Sıtarası başıma diye kafasını sallar; bildiğiniz star/ yıldız… Bir soruya yanıt mı bulamadı? “Dur bakalım Memed’e soralım, kulağı duyar mı?” der. Allah’ın tüm kızlara -damda gezen deli kız bahtı- vermesi için dua edilir bu kentte. Şık giyinen erkekler hep- mebus gibi- giyinmiştir. 
Doğduğum ve büyüdüğüm şehir, şimdilerde, yaşadığım İstanbul’da özlemini anılarımla dindirdiğim şehir, sevgili Adana. 
Bir kapı tokmağı konuşur mu? 
Tepebağ’da teyzemin gelin geldiği kayınvalidesinin evinin önündeyim. Kapı tokmağını tak tak tak diye vuruyorum; yanımda bir kadın var. Ben onu görüyorum, o beni görmüyor. Bir kat yukarıdan çektiği iple kapıyı açan Hasibe Teyze, “Bre Mediha deminden beri bekliyorum, nerde kaldın?” diye soruyor yanımdaki kadına. O da cümlesinin başında bir bre patlatıp, “Bre Hasibe Abla, 40 tane gırığım var; Abbas’dan gayrı!” diyor. Sessizce yukarı çıkıyoruz. Hoş beş ederlerken birer tarsusi (tarz-ı hususi) kahve içiyorlar; malum çay bardağında. Onlar beni görmüyorlar. Bana kalırsa, ikisi de çok akıllı kadınlar. Daha genç olanı bir şeyler anlatıyor, Hasibe Teyze onun anlattığı her şeye kısa cümlelerle karşılık veriyor, yok yok yanlış anlaşılmasın, cevap değil söylediği, hadisenin niyesini sebebini özetini bammmm diye özetleyen özdeyişler fısıldıyor; varlık varlatır yokluk hırlatır diyor, bayram etiyle köpek tavlanır mı diyor, even iki kere s….r  uçkuru da içine kaçar diyor; biliyorum bütün bunların hepsini bir günde söylemesine imkân yok ama bu masal böyle işte; inanıyorsanız okuyun, inanmıyorsanız okumayın çünkü şimdi bu kadarla kalmayıp yıllar önce çekildiği ‘kendi bahçesinden’ hâlâ fısıldadığını söylediğimde hiç inanmazsınız bana. 
Masallardaki devler, anka kuşları, yedi başlı canavarlar kadar büyüleyici bir kadın Hasibe Teyze; üstelik teyzemin kaynanası; şu ele yakın duruşa bakın! 
Ben kalkıp odadaki ceviz konsolun mermerinde duran kitaba bakıyorum; üstünde kahverengi kemik çerçeveli bir gözlükle; Orhan Kemal/ Evlerden Biri yazıyor. Hiçbir şeye dokunmuyorum. Onlar konuşmaya devam ediyorlar, ben hem iyi hem akıllı hem tedbirli hem artık yaşamak için ne lazımsa öyle bir insan olmayı bu kadınları dinleyerek öğreniyorum; ben onun kör ciğerini bilirim diyor, bana maraz olacağına ele garaz olsun diyor, gönülsüz iti ava salarsan uluya uluya kurt getirir yaavrumm diyor, iti an taşı eline al diyor, garip  itin kuyruğu döşünde olur diyor, yavuz itin yarası eksik olmaz diyor, yatırıp usandırmasın bakılıp utandırmasın diyor, Allah el kınamaz ayrılığı versin diyor; Şehrin içinde soluk almış her nefes kendine özgü huyu ve diliyle dünyayı yorumluyor,  dünya yüzünde varolan ne varsa, Pandora’nın Kutusu’ndan kaçıp yeryüzüne yayılan ne varsa hepsini yorumluyor. Ben usulca  kapıdan çıkarken arkamdan hâlâ sesleri geliyor; gelin geldi de kele kele demesi mi kaldı, sarmısağı gelin etmişler bir yıl kokusu çıkmamış, anan sarmısak baban soğan nerden geliyor bu mis gibi koku,  bilirim deyip dürtünene kadar bilmem de de kurtul…
Bu şehri seviyorum. Tanıştığım her insana ettiğim ilk üç cümlenin içinde ‘ben Adanalıyım’ diyorum. Ben bu masallar kentini dinlemeyi seviyorum. Merhaba Adana, merhaba Adana’nın yüz yıla yakındır ışıldayan habercisi Yeni Adana. 
Saniye Akay Demirel

nanis1961@yahoo.com

#Adana

Oğlum Bana Bir Yüzük Yaptıracan

Standard

Babamın babası Terliksiz Köyü’nden. Adana’dan Karataş’a doğru giderken otuz altıncı kilometrede, sağda. Çocukluğumuzda Karataş’a giderken bir kez alıp hiç değiştirmediğimiz beyaz Renault’un içinden ellerimiz havada, ‘Heyyyy! Bizim köyyyy!’ diye el sallardık.

Ben köyü, tarlaları, meyve ağaçlarını, bir kenardan biten ay çiçeklerini, köydeki büyükdededen kalma evi, avlusunu, bir ağaca dayanmış ahşap merdiveni, beyaz plastik masa ve sandalyeleri, tulumbayı, elinin her an suya yakın olmasını, ailenin gelin ya da kızlarının ikram ettiği kahve ve meyveleri fakat en çok bizleri görünce gözlerinin içi gülen Bekir Amca’yı oldum olası çok severim. Bekir Amca’nın bir özelliği var: gözleri gülünce yüzüne ışık vuruyor. Bizim oralarda bir söz var; gün karası mı, gön karası mı? Siz zaten anlamışsınızdır da yerel olduğu için ben yine de açayım; güneşten mi karardın, yoksa tenin mi esmer? Biz bunu sorarken, kafamızı sağa sola sallayıp, burnumuzu ekşitip gülerek sorarız. Bekir Amca hem gün karası, hem gön karası. Gön, pamuğa girip güneşi alınca kara yağız bir Adana çiftçisi çıkıyor ortaya ve gülen gözleri o sırada nasıl bir şey yapıyorsa; yüzene bir Rembrandt tablosu gibi ışık vuruyor. Sarılır yanaklarımdan öper. Gülümser. Uzun uzun gözlerime bakar. Yüzüme. Sessiz. Başını sallar. Ve çok sevecen.

Çok küçükken, ama o anı hatırladığım kadar da aklım başımdayken neneme- eltisine- ziyarete gelmişti annesi Emine Nene. Küçücük gülen bir yüz, başında yağlık, eller kınalı. Kapı da hep açık olurdu ama artık o gün nasılsa ben karşılamışım neneyi. ‘Söyle bakalım, ben kimim?’ diye sordu. ‘Bizlerden birisin ama adını unuttum.’ dedim de Allahhh bunlar beni bir makaraya aldılar, adım bizlerden birine çıkmıştı.

Dedemin annesine Güllü Hatın denirmiş. Beyaz tenli, mavi gözlüymüş ve gök mavisi gözlerini dedeme, Erip ve rahmetli Yücel amcalarıma vermiş. Tatlı diliyle müderris bir babanın kızı olan nenemi isterken, mavi gözü ve yakışıklılığıyla övünüp ‘benim oğlum buraların Mustaâ Kemal’idir,’ diye giriş yapacak kadar akıllı, hükümlü, sözü geçen bir kadınmış. Oymaklı (Eşekçi Köyü) Köyü’nden, Bozdoğan Aşireti’ndenmiş. Emiroğlu ve Emiral soyadlı kişiler akrabalarıymış. Dedemin babası Bekir Ağa. Ama az önce bahsettiğim yüzüne ışık vuran değil; onun dedesi. Bu evlilikten iki çocuk doğmuş. Vallahi hayret! Şimdilerde ideal, eskilerde çok çok ileri bir karar ama karar mı bilemem. Belki doğup, kaybedilenler olmuştur. Hayatta kalanlar dedem Apdullah ve ağabeyi Osman’mış. Osman Amca’yı görmedim, ben doğana kadar o kendi bahçesine çekilmiş. Ama şunu biliyorum; amcasının kızı Emine Hatın’la yaptığı evliliğinden yedi çocuğu var. İkinci evliliğini Fatma Hatın ile yapmış, eş zamanlı, ondan da çocukları var. Emine’den çocukları Esat, Nedim, Mehmet Fuat, Hasan Tahsin, Cahide (Jale), Bekir ve Düriye. Düriye’nin yaş sırası daha önce ama sona yazdım. Çünkü çok hoş bir hikayesi var. Düriye Hatın Çimeli Köyü’ne gelin gitmiş. Aman bir ağlamışlar, bir ağlamışlar kız gurbete gitti diye. Açıp neti bakın; köyler karşı karşıya. Aradan bir yol geçiyor.

Geçmiş tatlı günler…

Fatma Hatın ve Osman amcamızdan Zeki, Muazzez, Türkan ve Avukat İsmet ve Metin doğmuş. İşte benim Terliksiz Köyü’nden akrabalarım. Ben onlar kimle evlenmiş, çocukların adı nedir, hepsini bilirim. Hepsi ‘bizlerden biri.’

Fakat asıl hikaye dedemin anası Güllü Hatın’dan geldi belleğime. Çok hükümlüymüş dedim ya; oğluna şöyle şöyle şeyler söylermiş:

‘Aptullah, bana bir yüzük yaptıracan.’

Dedem hemen yaptırırmış, nasıl istiyorsa öyle. Cumartesi sabah kalktım. Hem dışardaki hem ruhtaki hava güzel. Oğlum Ziya’ya telefon açtım. Hep meşgul, işi gücü çoktur; sağ olsun.‘Oğlum,’ dedim, ‘beni bugün pazara götürecen.’

Nasıl ama? Mecbur, peki anne dedi. On beş kilo domates aldım. İşte sonuç.

Ölenlerin ruhu şâd olsun, yaşayanlara uzun ömür.

Ey Esin Perisi!

Standard

Yeri geldi mi, Adanalılar arasında bir özdeyiş heceleyerek söylenir: Ya-şa-ya-şa-gör-te-ma-şa… Bazen tanık olduğum bir durum bana tuhaf geliyor. Tuhaf, rahatsız edici, fazla ya da benzer bir şeyler… Neredeyse her defasında, içinde bulunduğum çaresiz kabulleniş nedeniyle ya yanağıma yapay bir gülücük kondurarak, ya kem küm ederek geçiştirmeye çalışıyorum; bunlar, insanın aklına bir kez girerse bi daha çıkmayan şeyler, unutmadığınız şeyler. Çünkü anlatmak için gayret sarfetmem, doğru sözcükler bulmam gereken bu durumlar dışardan seyreden insan için çok komik fakat aynı anda ne çok gülmek istediğinizi rol yaparak gizlemek zorundasınız. Çileye bakın! Neyse ki hepimiz, zamanı geldiğinde iyi aktörlere taş çıkartırız. Amerikalı bir arkadaşımın İstanbul’da yaşadığı bir olayı hatırlıyorum. Sekiz dokuz yaşlarındaki bir çocuğa İngilizce ders vermeye evlerine giderdi. Dediğine göre ev, muhteşem bir yalıydı. Kapıda güvenlikler, evde geniş bir personel, her şey olması gerektiği gibi. Böyle bir şeye bir öğretmen olsa olsa çok sevinir. İşin bedeli de cömertçe ödenir. Arkadaşım bunları anlatmaya başlayınca, e güzel dedim. Bilmiyorum dedi. Bir güldü. Ortada funny bir durum var dedi. Nedir o sana komik gelen şey, nelerine gülüyorsun diye sorunca, yok dedi, bu funny başka funny, biz aynı sözcüğü hem komik hem de tuhaf anlamına kullanırız. Hadi bakalım, konu ısınmaya başladı. Çok entellektüel ve çok zarif bir kadın olan arkadaşım anlatmaya başladı. Okul çıkışları ve hafta sonu, haftada üç kez gidiyormuş. Her gittiğinde, ders başladıktan bir süre sonra anne, yanında iki mutfak görevlisiyle yanlarına geliyormuş. Paşamız bugün ne yemek ister? Paşa ne demek diye sordu. Ben hiçbir şeyi kısa anlatmayı beceremediğimden paşa çayını bile anlatarak ayrıntılı bir Türkçe deyimler dersi de vermiş oldum sohbetimiz sırasında. Neyse, paşa ne istediğini söylermiş. On dakika içinde istediği ne ise o geliyormuş. Arkadaşım bu duruma çok şaşırmış. Nasıl, ne isterse, on dakikada? Bir üç beş. Nihayet anneye sormuş, bunu nasıl başarıyorsunuz(!)? Efendim, durum şöyleymiş. Paşanın çok sevdiği dört yemek varmış; köfte, patates kızartması, mantı, yaprak dolması. Paşanın canı bunlardan birini, bazen ikisini çekermiş. Ne zaman ne isteyeceği bilinemediği için mutfak personeli her gün dördünden birini isteme durumuna hazır olacak şekilde çalışırlarmış. Arkadaşım annenin yüzünde ‘bak biz neler çekiyoruz?’ ve ‘bak ben neleri başarıyorum?’ ifadesini aynı anda gördüğünü söylemişti; bunu kaşını kaldırarak kafasını yan yan sallamasından ve aynı anda gözlerinde şimşek şimşek pırıldayan bir ışıltıdan anlamış. Dördüncü sınıfa giden bir çocuğa ders anlatıyorum. Bir süre sonra sıkıldı. I-Phone’unu eline aldı, ders ne zaman bitecek, şoförüme haber vereceğim dedi. Çocuk köpeğim, kedim dese, öğretmenim dese kulağıma hoş gelecek şey şoförüm deyince bana tuhaf gelmişti. Elinizin altında ortak sıfata sahip iki zıt davranış biçimi varsa, bir sınıfa yönelik önyargı kalmıyor. Çok zengin oldukları herkesçe bilinen bir başka öğrencim, bizim evde akşam yemeğine önce bir gün önceden kalan yemek gelir, herkese paylaştırılır, sonra o günün yemeği gelir. Babam da annem de bu konuda hiç taviz vermezler demişti. Onu da şoför getirirdi ama o, öğrencimin Coşkun abisiydi. Bir de başka bir kızımız vardı. On üç yaşlarında, güzeller güzeli bir kız. Önceleri bana geliyordu. Her gelişinde elinde iki çeşit kremalı, birkaç çeşit kuru pasta, en meşhur pastaneden. Dolap her gün pasta doluyordu, arkadaşlarıma gelin, biz bunları bitiremiyoruz diyordum. Ben kızınıza çift kaşarlı tost yaparım, kurabiye yaparım diyordum. Çok tatlı, çok sıcak annesi, olsun, yersiniz diyordu, yine eli kolu paketlerle dolu geliyordu. Tuhaf bir durumdu. Kötüyüm vallaha. Ne kadar ayıp ayrıca. Bir süre sonra anne, sizden bir şey rica edeceğim dedi, lütfen siz bize gelin. Ve yeni bir temaşa başladı. Ben eve vardığımda emektarları orta yaşlı bir kadın kapıyı açıyordu. Siz geçin kızım, az sonra gelirler diyerek beni salona alıyordu. Ana kız, bazen de hep yeni bir abla, geliyorlardı. Öpücükler. Ellerinde şık kağıttan paketler, çok ünlü bir mağazanın adı, o zamanın en ünlü ikisinden biri. Sekiz on tane giysi. Bir kez değil, iki kez değil, üç kez değil, her defasında akıl almaz, hesap yapılmaz bir çılgınlıkla alışveriş yapıyorlardı. Dolaplarında etiketi çıkarılmamış, ne zaman alındığı unutulmuş kim bilir ne çok şey için onları çok güldüren hikayeler anlatıyorlardı. ‘Palyaçosuz bir komedi.’* Tuhaf, rahatsız edici, fazla ya da benzer bir şeyler işte; günlük hayatın içinden şöyle bir geçmiş olaylar içimde erik kurusu gibi kalmış. Bu ne demek derseniz, Adanalılar, içlerinde burukluk, acı ya da öfke bırakan bir olayı unutamadıklarını ‘içinde erik kurusu kalmış,’ diyerek ifade ederler. Kendime soru sormuştum. Bu nasıl bir dünya demiştim. Nasıl bir dünya? Öğretmen arkadaşlarım, daha bir yıl öncesine kadar birlikte çalıştığım iş arkadaşlarım o yıl çalıştıkları özel okuldan en son üç aylıklarını alamamışlardı. Mahkemeler açılmıştı. Patron ‘bu kutsal mesleğe mensup çalışma arkadaşlarından biraz fedakarlık bekliyordu.’ Bir yıl önce ben de çalışırken yılbaşı günü eve maaşsız dönmüştük. Derdini kime anlatacaksın? Kim anlayacak? Nasıl gülümseyeceksin? Nasıl hiçbir şey yokmuş gibi davranacaksın? Davranıyorduk, ya da derdimizi sadece bizi anlayacağını düşündüklerimize anlatıyorduk. Sonra bir adam çıktı ve bir film yaptı. 21 Mayıs 2019’da Cannes’da Altın Palmiye. Palme d’Or alan ilk Güney Kore filmi. Ve Blue is the Warmest Color filminden (2013) bu yana oy birliğiyle ödülü alan tek film. Jüride istisnasız herkes bu filme oy vermiş. 2020’de Oscar En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Yönetmen. Parasite. Güney Koreli yönetmen Boog Joon-ho’nun yaptığı film, En İyi Film Oscar’ını alan ‘yabancı dildeki ilk film’ olma özelliğini taşıyor; İngilizce olmayan bir dil. Bir de 2012’de Oscar’ı üç dalda alan The Artist adlı Fransız filmi vardı ama onda konuşma yok. Bu nedenle Parasite ilk kabul ediliyor. Yönetmen Boog Joon-ho senaryoyu Han Jin-won ile birlikte yazmış. Sinemadan çıktıktan sonra daha önce deneyimlediğim bu tuhaf durumlar üzerine bir hayale dalmış, gülümserken yakaladım kendimi. Yanıma Amerikalı arkadaşımı alsaydım, birkaç öğretmen arkadaş daha, hep birlikte Kumkapı’da bir meyhaneye gitseydik. Birer duble rakı içseydik. Ben hemen yan masalarla konuşurum; tesadüf bu ya, yan masada oturan ünlü bir yönetmene rastlasaydık. Biz öğretmeniz deseydik, okul, özel ders, öyle işte. Konu konuyu açsaydı. Yönetmen kafasında uzun zamandır düşündüğü bir projeden bahsetseydi; asıl amacım kapitalizmi anlatmak ama bunu aynı mekana taşıyacağım iki zıt kutupla gündelik hayatın pek de önemsenmeyen basit ama içinde tuhaflık barındıran bir konusuyla yapmak istiyorum deseydi. Özel ders sırasında rastladığımız tuhaf bir durum var esasında deyip işte bunları anlatsaydık, yalnız bunlar komedi, acaba işinize yarar mı deseydik. Sonra o dahil hepimiz kahkahalarla gülseydik, rakıları tokuştursaydık… Boog Joon-ho kalbimizi okumuş. The Guardian’da (31 Ocak 2020) Steve Rose’un yazısında okudum: yönetmen, ilk gençlik yıllarında o sıralardaki sevgilisinin önayak olmasıyla ders vermek üzere çok zengin bir ailenin evine gitmiş. ‘Palyaçosuz bir komedi, kötü adamsız bir dram.’* olarak tanımladığı filme o evdeki deneyimi ilham vermiş. Ey esin perisi, hiç öyle hafife alınacak bir şey değilsin. Ne kadar duygulu, ne kadar güzelsin. Saniye Akay Demirel

Gelinlik

Standard

Arkadaşım ördüğü kazağı bitirmiş, kucağına alıp keyifle bakarken bir sigara yakmış.

Hopp, kabına sığmayan kor kazağa düşüp bir delik açmaz mı? Kendine kızmış biraz, sitem etmiş kendine. Ben bunu yüz yüze duymuş değilim. O, benim bayıldığım; önerdiği kitaptı, filmdi, yorumdu etkilendiğim, beslendiğim pek çok Twitter arkadaşımdan biri. Hemen teselli etmek istedim. Ulaşması an meselesi olan mesajıma şöyle yazdım:

‘Elinize sağlık, bunu dert etmeyin. Biri annem, ikisi teyzem müthiş yaratıcı, müthiş becerikli üç kadınla büyüdüm ben. En özgün modeller böyle durumlardan çıkar.’

Edip Cansever’in dizeleri bir kez daha haklı çıkarıyor şairi; ‘Gökyüzü gibi şu çocukluk/ hiçbir yere gitmiyor.’

– Sevim’in bir kız kardeşi varmış ya; işte onun beyinin bir arkadaşına Sevim’i düşünüyorlarmış. Perşembe akşamı istemeye gelecekler. Adam kendi halinde, elinde sanatı olan biriymiş, boyacılık yapıyormuş, hadi hayırlısı bakalım. Amma beyler iyi bir araştırma yapsınlar ha, sen de enişteye söyle.

Teyzem pazar dönüşü elindeki fileleri eve bırakmış; “aman siz durun bakalım şuracıkta, ben bir kahve içip geleyim,” demiş. Teyzem böyledir, annem de; her şeyle konuşurlar. Annemin muslukta akan suya soru sorduğunu duyduktan sonra artık bana hiç tuhaf gelmedi bu durum. Bana mı soruyor diye bir an düşünsem de sırtı bana dönüktü, evde benden başka kimse yoktu ve mutfağa üç kapı uzaktaki odamda sosyal bilgiler sınavına çalıştığımı biliyordu.
– Anne kimle konuşuyorsun?
– Kendi kendime konuşuyorum, sana da tavsiye ederim.

Bitişik apartmanlarda oturan kız kardeşler her fırsatta birbirlerine ‘bir geçer,’ azıcık ufunetlerini dağıtırlardı. İşte haberi bir ufunet dağıtma seansı sırasında öğrenmiş oldum, Sevim’i istemeye geleceklermiş.

Sevim dediğime bakmayın, biz çocuklar ona Sevim Teyze deriz. “Bak hele,” diyerek başlayan cümleleri giderek yükselen sesinde, çığlık değilse de ona yakın bir şey haline dönüşür ve tam o sırada evde olsa da, evlenip evden çıkmış olsa da evin kızları olan üç abladan en az birinin “yavaş konuş biraz, noluyor böyle?” uyarısıyla başını yukarıdan aşağıya indirir, esmer teninde kara gözler kırdığım potun ne olduğunu hiç anlamadım der gibi bakar ve fakat aynı ânda gözlerinden koyu bir sis geçer, evet.

Fakat çabuk unutur.

Ablaların “ne bağırıyorsun böyle, durduk yere, ne bağırıyorsun?” diyen sesleri, bir çocuğun gözünden hiç kaçmayan irileşmiş gözleri, onu zerre kadar etkilemiyor olabilir; ya da hiç de fena insanlar değil bunlar diye düşünmüş olabilir geceleri; gözleri kapalı, uyamaya yakın düşünürken çünkü ne yapıp etsen de, ‘neyse şimdi ismi lazım değil’, ‘birisi sabıkalı haa!’ diyerekten, eve giriş çıkışları dikkat isteyen bazı erkeklerin, bir naylon torba içine atılıp kazara bir köşede unutulmuş ekmeğin bir ay sonra kurtlanması gibi kıvır kıvır kıvranan ellerinden onu kurtarmak için alınması gereken her önlemi almış olduklarını biliyordur. Her önlemi; hatta düpedüz açık açık söylemişlerdir; ‘bak gittiğin her yerde de uyanık ol ve en çok da önüne bakan adamlardan sakın kendini, erkeğin önüne bakanı makbul değildir,’ demişlerdir. Onu olabilecek tehlikelerden sakınmışlardır. Fakat yine de Sevim’in elinde değil, bir mevzunun, kâh mutfakta kahvenin köpürmesini beklerken, kâh çamaşırları katlarken sadece kendi duyduğu, hadi diyelim ki kulak misafiri olduğu bir yanını, doğrucası işin aslını öğrenmişse, “bak hele” diye başlayan sesi coşkuyla yükseliverir.

Bana kalırsa güzel bir kadındır Sevim. İlkten bakınca – şöyle üstünkörü- bir içim su diyeceğiniz bir güzellik değildir tamam, neredeyse bütün güneyli oğlanların üzüm boğazından geçerken görünür dediği gibi de değil, ne çırpı bacak, ne lop lop yiyor denen cinsten ama ben bir ressam olsam tam da dur şöyle kara kalem bir resmini çizeyim diyebileceğim gösterişte bir kadın. Son düğmesine kadar iliklediği elbisesini geren göğüsler, gün karası değil gön karası bir ten, kara gözler, kara kaşlar ve sabahtan kalkıp kahvaltı hazırla, bulaşık yıka, çayları doldur, bir daha doldur, masayı kaldır, yatakları düzelt, evi sil, balkonu yıka, fasulyeyi ayıkla, tozu al; ne yaparsan yap bana mısın demeyen eller…

Neşesine neşe katan bir şey var. Daha doğrusu vardı. Önceleri, daha evin küçük kızı evlenmemişken, evde onun gelmesini bekler. Beklerken akşama pişecek pilavın pirincini ayıklar, cacığı yapıp dolaba koyar, biraz oturur, biraz sıkılır, ya bir kanaviçeyi, bir lizözü ya da eteği bastırılacak bir elbiseyi pek güzel işler, örer, diker. Nihayet küçük ama ondan büyük kız gelir, onu odaya çekip, kız kıza nereye gittiler, ne içtiler, ne yediler hepsini anlatır. Dans da ediyorlarmış, çaça, twist her şeyi beceriyorlar, kız kıza slow dans da; dinleyerek öğrenir, daha beklerken neşelenmeye başlar. Onlar sırdaş. Ayrıca tamam, belki evin küçük kızının arkadaşlarıyla olana değil ama cümbür cemaat dolmuşa doluşup beraberce, daha çok uzaklarda, bahçeli bahçeli evlerde oturanlara mı gidilecek, bahçesinde leylak açanlara, sarmaşık güller açanlara mı gidilecek, onu da yanlarına alırlar. Gittiği yerlerde de köpüklü kahveler, çay, kavunlu dondurma mı verilecek, ev sahibi kalkarken, bu da kalkar, ‘dur ben yaparım ayol,’ der, peşi sıra mutfağa gider. Ayol demeyi çok sever.

Gece olup, herkesi uyuttuktan sonra kısa bir özgürlük alanı yaratır kendine. Işıkları kapatıp salonu ve bir odayı L şeklinde çevreleyen koskocaman evin balkonuna çıkar, gaz yağı fıçısına dönen köşeyi kendine siper ederek Bafra sigarasını tüttürür. Olur’a, yattıktan biraz sonra bir tuvalet ihtiyacı, bir bardak su ev halkından birinin kalkacağı tutar, ‘sen daha uyumadın mı?’ diye çıkışır; önlem olarak. Bafrasını söndürdükten sonra izmariti minik bir gazete parçasıyla sarar, bahçeye atmaz, çünkü neden? Mazallah dedem bahçede dolaşırken görebilir. Bir Bafra izmariti? Şu üç katlı binada, bizden başka kimsenin olmadığı bir yerde nerden gelmiştir diye düşünebilir, şimdi koskoca adama, baba kabul ettiğin bir adama yalan mı söyleyeceksin? Güzelce sarar, yatağının altına koyar, gündüz vakti çöpü dökerken hoppp, içine.

Hiç aşık olmuş mudur? Bunu hiç konuşmadık. Soramadım, çünkü nasıl söyleyeyim, ondan biraz çekiniyordum. Biz çocuklar üzerinde sözü geçerdi. Bunun böyle olduğunu ortaya serecek ne bir azarlama, ne bir sinirli çıkış ne de otoriter bir kaş göz ses hatırlıyorum ona dair ama evdeki varlığı hissedilirdi. Mesela ortalarına birer fındık yerleştirilen kurabiyenin fındığını davul fırından kimse onun kadar kıvama geldiği an çıkaramıyordu, bir değil iki tane yememe izin veriyordu- ama üç olmaz, sonra misafirler ne yiyecek?- Zaman zaman torun tombalak ‘habul hubul’ bir araya gelinen günlerde ‘lahmacunun içini doğrusu Sevim çok güzel hazırlar’, eve yakın bir fırına gönderip pişirtmek için kapaktı, savandı, bir güzel sarar, altına da pişenler konsun diye tepsiyi yerleştirir verirdi dedemin eline. Dedem, bazen, aslında çok yufka olan yüreğiyle bir an için telaşlanıp dudağını sağa sola aşağıya yukarıya oynatıp sinirlenmiş görünürken Sevim Teyze’ye hiç rastlamıyordu öyle bir an. O herkese nasıl davranması gerektiğini biliyordu.

Annem ve teyzelerim, büyükannem, dedem ‘işte bu kadar. Yapıp yapabileceğimiz bu kadar. Evinde olsa yiyecek aşı yoktu. Anne başkasına kaçmış, baba çocuklara bakmayı becerememiş, her birini hali vakti yerinde birilerine vermiş. Bize getirdiler de hiç değilse temiz insanların arasında büyüdü.’ diyerek geçer akçe birer sözcük bulmaya çabaladıkları ‘60lı yılların rüzgarından etkilenmiş; ilkokula bile gönderilmemiş Sevim. Anneme sordum, bu kocamış eğitimci kimliğimle; ‘neden?’

‘Ayşe Yengem yanlarındaki kızı yollamıştı ilkokula. Sonra kız bir adama kaçtı. Gözü açıldı diye korktuk herhalde. Yanlış düşünmüşüz. Ama devir öyle bir devirdi. Biz de o kadar biliyorduk.’ dedi telefonda.

Sevim’in, kolonyayla itinayla geriye doğru taranmış saçlarında tarak izleri görünen pırıl pırıl traşlı talibiyle sözü kesildi. Nikah günü belirlendi. Annem ve teyzelerim hummalı bir çalışmaya girişip, dedemin dükkanından beyaz kumaşı ve danteli aldılar, dikmeye başladılar. Gelinlik çok güzel oldu. Nikah sabahı her şey hazırdı, bir tek son ütüsü vardı. Hadi ütüle gelinliğini dediler demek ki, o sözleri hatırlamıyorum. Sevim’in aklı o anda hangi güzel hayallere dalmışsa, hayaller onu uçurdu, ütüyü gelinliğin tam ortasına bastı. O da kendi cisminin yapacağını yapıp ortaya şeklince bir yanık bıraktı. Her mesafeden görülebilen bir yanık.

Amaninn, amannn, ne yapacağız şimdi? Bizim kadınları aldı bir telaş. Biraz elleri titredi. Biraz bağırıp çağırdılar. Annem, “Hadi bakalım, yanık gelinlikle gidersin artık,” dedi. Kafasını salladı. O anda onun bu sözü söylemesinin ‘ben çözümü buldum bile ve neyse ki bunu yapacak zamanımız var,’ demek olduğunu anlamak için annemin kızı olmak gerekiyor. Hızlı bir biçimde, boşalmış tenekeden bir Eucarbon kutusunun içine doldurduğu beyaz incikleri, boncukları, payetleri heyecandan titreyen elleriyle iğnenin ucuna hızla hızlı iteleyerek beyaz ibrişimlere sıraladı annem, gir çık, doldur, gir çık, doldur; ütü izinden eser kalmadı.

Sevim’in yüzü güldü. Saçı, makyajı zaten hazırdı. Mavi bir far, yanağa kondurulmuş allık, gül kurusu pembe bir ruj. Telli duvaklı gelin oldu.

Nikaha gelenler gelinliği çok beğendi, ayy siz mi diktiniz? Hele şu önündeki boncuk işi yok mu, çok güzel olmuş, nerden buldunuz modeli?

Bir yerde okumuştum; her hikaye aslında başka bir hikayeyi anlatmak için yazılırmış. Ona elimi kaldırıp selam verirken ekleyeyim; neyse ki görünüre göre mutlu oldular; iki çocuk, torun tombalak, bir kırk altı yıl olmuştur.

Saniye Akay Demirel
nanis1961@yahoo.com

Kabul Günü

Standard

Savaş ve Barış’ın ilk sayfasında romanın aslında Fransızca yazan bir dipnot var. Girişinden başlarsak;

‘O sabah kırmızı elbise giymiş bir uşakla davetlilere gönderilen küçük kartlara hep aynı Fransızca cümleler yazılmıştı: 

“Sayın kont, eğer yapacak daha iyi bir şeyiniz yoksa ve geceyi zavallı bir hastanın yanında geçirmek düşüncesi sizi ürkütmüyorsa, saat 7 ilâ 10 arasında evimde bulunmanızdan büyük mutluluk duyacağım. Annette Scherer” 

1805 yılı, Temmuz ayı, tarihi de not düşelim. 

Davetiyeyi okuyunca aklıma bir kitap geldi. Şakir Eczacıbaşı’nın 1995’de yazdığı ya da daha doğrusu, yıllarca Bernard Shaw’un yazdığı her metni tarayıp temalı sınıflandırmalar yaparak hazırladığı müthiş güzel bir kitap, ‘Gülen Düşünceler.’ Okudukça anlıyorsunuz ki karşı bir söz söylenmesi mümkün olmayan bir adam Shaw. 1856 doğumlu, yoksullaşmış İrlandalı toprak soylusu bir ailenin üçüncü çocuğu. Kitabın dizini çok isabetli yapıldığından davetiye sözcüğüne bakınca aradığım şeyi şıp diye buldum: 

İngiliz geleneği şöyleymiş, evinize misafir davet etmek için gönderdiğiniz davetiyeye o gün o saatte evde olacağınızı yazarmışsınız. Buyur, gel, bekliyorum demek yok. Lady’lerden bir lady de öyle yapmış, Shaw’a yolluyor, 

‘şu gün şu saatten evde olacağım.’  Shaw iki sözcükle yanıt vermiş: 

“Ben de…”

Tatlı Shaw. 

Onlar öyleyken, bizim memlekette, Adana’da eve misafir çağırmak kart ve davetiye gönderilerek yapılmaz. Kolay bir yol bulmuş kadınlar, hemen herkesin bir kabul günü var. Ben bildim bileli annemin kabul günü ayın 30’udur. Annem o gün için pasta börek kurabiye hazırlıkları yapar, ev bir gün önce arı sili temizlenir, gümüşler parlatılır, vazoya bir demet çiçek, kristal sigaralığa (böyle bir şey vardı, evet,) bir kaç paket yabancı sigara koyar, erkenden giyinip kuşanır çünkü mesela Ayten Teyze saat 13:30’u biraz geçe bir bahar esintisi gibi içeri girer, dudakları kırmızı rujlu, çıtı pıtı, yüzü minicik bir karpuz dilimi gibi gülümsüyor, onu tül bir perdenin arkasından görür gibiyim. Yürüyüşünü seyrederken insanın içi canlanır ve neredeyse daha oturur oturmaz, ‘Nurtencim,’ der ‘ben ikramımı erken alacağım, bir kapım daha var.’ ‘Kime gideceksin Ayten Abla?’ derse annem, mesela ‘Nevin, Hatice Hanım’ın kızı, borçluyum ona,’ der Ayten Teyze. Bu borç ne borcu? Sizin kabul gününüzde gelene bir ziyaret borcunuz olur. Bu borç unutulmaz. Unutulursa, ‘ben ona iki kere gittim, o gelmedi.’ denir. Çene hafif yana çevirilir, hafif. Kahveden bir yudum alınır. 

Çok eski zamanlara dek uzanıyor kabul günleri, benim dinlediğim anlatılarda 1930 başlarına kadar uzanıyor. Annemin çocukluğunda haftanın bir günü, ayda dört kere kabul yapılırmış. Şimdiki gibi ikram olmazmış, nerden olacak, fırın yokmuş evlerde. Şurup yapılırmış. Biraz ‘modernleşince’, mesela ayın birle biten günleri alınırmış. Karışık biraz çünkü aldıkları şey kabul günü. Nakiye Nenemin kabul günü ayın 1, 11, 21’i mesela. Bütün mesele şu, kapıya gelen geri dönmeyecek. Hazırlanacaksın, ikramını yapacaksın, oturan herkes tek tek herkese nasılsınız diye soracak. Anneannem Saniye’ninki ayın 21’i. O genç yaşta vefat edince, dedemin ikinci eşi olarak gelen büyükannem ikinci Saniye de aynı günü almış. Zaten tepeden tırnağa zarif, ince ruhlu bir kadındı, bunda bile aynı zarafet. Fatma Teyzeminki 3’ü, Saadet Teyzeminki 27’si, Ziyaver Halanınki 1’i, Lütfiye Halanınki ayın ilk Salısı. Kadınlar hepsini bilir, çarpım tablosu gibi ezberlerinde. Diyelim ki sağlık durumu kabule pek elverişli değil, ‘olsun, yeter ki canı sağ olsun, bak mesela Nursima’nınki ayın 24’ü, ne zamandır hasta da, kızı, gelini kıvır kıvır hizmet ediyorlar.’ Çalışan kadınların iş durumuna göre, ilk Pazartesi, ikinci Cumartesi, veya son Cumartesi gibi akılda kalacak bir gün bulmuşlar. Çalışan bazı kadınlar kabul günü almıyorlar. Hıhhh! Hemen burun bükülür. Artık ağzıyla kuş tutsa, amannn, görüşme olmuyor ki, ne anlatıp, ne duyacaksın? ‘Bak mesela Ceyhun’la, Bilge, biri eczacı, biri avukat. Ama pekala kabul günü aldılar. Hem çalıştılar, hem bir gün olsun görüşmekten kaçmadılar. Aaa, mesela Nesrin de öyle. İstanbul’dan gelin geldi, okumuş, tahsilli kız, aslaaa kaçırmaz kabul günlerimizi. On üstünden on numaralık gelindir o.’ 

Hikayelerin bir yerinden mutlaka bir kabul günü lafı çıkar. İşte Saadet Teyzeme yine ‘eczacının karısını anlatsana teyze’ diyorum, anlatıyor: 

‘Eczacının karısına felç inmişti. Bir yerde baykuş ötse,

‘Aha!  eczacının karısı öldü,’ derdik. Bir kalabalık görsek, 

‘eczacının karısı mı ölmüş?’ derdik. 

Bu felç indikten sonra belki bir 25 sene daha yaşadı. Senelerce bu böyle gitti. Bir mahalle temizlendi, bu ölmedi. Evden torunu öldü, gelini öldü, bu kadın kuru kemik kalana kadar yaşadı. 25 kilo olana kadar dayandı. Kızıyla damadı bakardı. Damat annen bize uğur getirdi, benim işlerim açıldı, annene iyi bak, dermiş. İyi de baktılar. Hiç unutmam, Ziyaver halamın kabul gününden geliyorduk, yolda Melahat Hanım’ı gördük. Annem nerden geliyorsun deyince, eczacının karısına felç gelmiş, bağırınca koştum dedi. Hem soran öldü, hem cevap veren öldü. Eczacının karısı yaşadı.’ 

Bu hikayeyi teyzemin Adana şivesinden dinlemek apayrı bir zevktir. 

Bir başka kabul günü hikayesi var ki onun bendeki yeri ayrı. Zamanında anneannemin sık sık görüştüğü bir Tevhide Hanım Teyze varmış. Gidip gelirlermiş. Anneannem öldükten bir kaç yıl sonrasında, kızları da gidip geliyorlar ziyarete. Sonra annem biraz ihmal ediyor. Belki de yaş farkı nedeniyle borçlu olmasına rağmen borcu ödemiyor. Aradan biraz zaman geçiyor. Yine bir ayın 30’u, annem hazırlanmış, konuk ağırlayacak. Kapı çalıyor. Bir açıyor ki Tevhide Hanım Teyze. 

“Siz benim, Saniye Hanım’dan kalan teberiklerimsiniz, ben gelirim kızım,” diyor. 

Annem bunu anlatırken gözleri dolar. Bana ne oluyorsa, benim de gözlerim dolar. Her anlatışında, her dinleyişimde, o erdem ışıltısı içimize su serper.