Hiç olmadık anlarda geliyor aklıma. Bazen manavda elimi bir patlıcana uzatırken.
Yoğun bir iş gününde iki ders arası sıcak bir mercimek çorbasının ilk kaşığını yudumlarken bazen, ağzıma yayılan sıcaklığı hissettiğim anda, geliveriyor. Gözlerim bir noktaya sabit takılıp bir süre öylece kalıp duruyor.
Aynada yüzümü gözümü renklendirirken, gözlerim saçlarımın dibinde oluşan beyazlara iliştiğinde bazen, nereden, nasıl çıkıyor hiç bilmiyorum, geliveriyor.
Ne biçim bir şeyse bu, tam soğanını kavurmuşum kıymanın, tam karabiberi serpeceğim üzerine, birden aklıma geliveriyor. İç sesim onu bir- den ge-li-ve-ri-yor diye ağır ağır söylüyor, duyuyor musunuz, ama tuhaf bir biçimde aniden, çok hızlı, hop diye geliveriyor.
Ne sakin bir denize bakmayı dinliyor, ne şakır şakır yağan yağmuru, ne de sıradan bir akşam yemeğinde yediğim turpun katır kutur sesini dinleyişimi, hop diye aklıma düşüveriyor. Bazen biri hapşırıyor, ben çok yaşa diyorum, tam o anda, yine aklımda.
Onu çocukluğumun lades oyununa benzetiyorum, tavuğun v şeklindeki kemiğini kırıp lades oynayışımıza, aklımda, aklımda, aklımda.
Biz insanları,
ölüm ve umarsız dertler dışında, en çok kırgınlıklarımız çökertiyor. Karizmayı incitmemek için bedenimize yırtılmaz bir zar örüp boşverrrrrrlere sığınıyoruz, beni sevmeyeni ben hiç sevmem, beni anlamayanı umursamam, bunca yıl uğraştım, ona şunu yaptım, bunu yaptım, det ettim düt ettim, vefasızmış, hayırsızmış, anlamadıysa vız gelirrrr tırıssss gider diyoruz.
Ne vız geliyor, ne tırıs gidiyor, biz insanlar hayatımızdaki insanlara kırılmamızı çok önemsiyoruz.
Döşeğinin altındaki bezelyeyi fark eden Prenses’i çocukken dinlemeyi çok seviyordun, büyüdün, kocaman oldun ama masal aynı masal, sen bezelyeyi seviyorsun, fark ediyorsun, evet, belki çaktırmıyorsun ama olsun, olsun, varsın böyle olsun.