Unutmadım Seni Ben

Standard

Çok acayip kadınlar bunlar. Belli bir kategoriye sığmıyorlar. Okur yazar olmayanı var, mürekkep yalamışı da var. Bana göre ortak noktaları demlenmiş acılarında yatıyor. O kadar çok ağlamışlar ki ‘ağlamak’ bir eylem olarak artık onları kesmiyor. Bilgeler. Kendi acılarını sana kalkan olarak hediye ediyorlar. Nasıl mı? Buyur!
Teselli
On yaşındayım. Adana Ağba Oteli’nde düğündeyiz. Bugün amcam evleniyor. Geçen yıl ihtisasını bitirip Almanya’dan geldi. Çok yakışıklı bir diş hekimi. Meşhur futbolcu Miliç’in de arkadaşı. Gelin bir akrabamızın güzeller güzeli kızı. Onu herkes Prenses Süreyya’ya benzetiyor. Çok heyecanlıyım, annem yine şık bir elbise dikti bana; pembe kumaş üstünde beyaz puantiyeler var. Gelin geliyor! Hoparlörden ‘Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur’ şarkısı yükseliyor; bu düğün o zamana kadar gittiğim hiçbir düğüne benzemiyor. Gelinin elinde beyaz bir şemsiye, kıvrıla kıvrıla salona giriyorlar. Herkes ayağa kalkıp hayranlıkla gelin ve damadı izliyor, alkışlar alkışlar alkışlar…
Onbir yaşındayım. Adana Koleji Hazırlık Sınıfı’nın son haftası. Hem sıra arkadaşım hem de kuzenim, Nakiye, ‘amcam hastaymış!’ diyor. Çocuğuz ama ailedeki üzüntü anlaşılmayacak gibi değil; halalarımın ve amcalarımın yüzlerine bakmak yeter zaten! Babam yatağa kapanarak ağlıyor. Annemin yüzü o zamana kadar hiç görmediğim kadar üzgün. Amcamın dişi kanıyor. Kan durmuyor. Çok hızlı bir organizasyonla Hacettepe’ye götürülüyor. Tam bir hafta sonra lösemi denen illet yüzünden Yücel Amca’mı daha otuziki yaşındayken kaybediyoruz. Her ölüm erkenmiş, Bir palavra! Ben bazı ölümlerin çok erken olduğunu onbir yaşındayken öğrenmiş bulunuyorum.
Ev çok kalabalık, gelenle gidenle, sessizce bir köşede ağlayan insanlarla dolup taşıyor. Dedem figân istemiyorum demiş. Masmavi gözleri vardı; şimdi kırmızı bakıyor; seccadesinin üstünde namaz kılıyor. Nenem misafir odasında oturuyor. Ağlıyor, her gelene sarılıyor, inliyor. Ben nenemin yanında koltuğun dibine oturmuşum. İşte tam o sırada içeriye nenemin ablası giriyor. Yüzüne bakınca ‘işte Osmanlı Kadını!’ diyeceğiniz azametli bir duruşu var; oysa ufacık bir kadın ama kocaman duruyor. Ağlamıyor ama çok üzgün, çok çok üzgün. Ağır adımlarla kızkardeşine doğru yürüyor. Neneme sarılıyor. Nenemin ağzından bir inilti çıkıyor; inilti ama sanki ‘gördün mü abla başımıza geleni?’ diye bir teselli diliyor. 18 yaşındaki oğlunu en az yirmi beş- otuz yıl önce İstanbul’daki bir akıl ve ruh sağlığı hastanesine yatırmak zorunda kalan ablası neneme:
‘ölüye kırk gün, deliye her gün ağlarsın, Nakiye!’ diyor.

Er
Davutpaşa günleri başlamış. Herkeste yeni kampüsün uzaklığına ve değişen düzene dair sızlanmalar var. Bazı arkadaşlarımız neredeyse üç saatlik bir indi bindiyle okula gelebiliyor. Henüz bu yerleşkede kreş de yok; anneler koştur koştur bebeleri yuvalara taşıyor. Hastalığıydı, dersiydi, yemeğiydi herşey annelerin eline bakıyor. Durum tatsız. Ders aralarında öğretim görevlilerine ayrılan bir odada oturup ordan burdan sohbet ediyoruz. O gün de birkaç arkadaş biraraya gelmiş kocalardan ettiklerinden dediklerinden yaptıklarından yapmadıklarından dertleniyoruz. Bir arkadaşımıza kayınvalidesi öyle bir lâf etmiş ki yenilir yutulur gibi değil! Kız ne yapacağını şaşırmış, hırsını alamamış, bir cevap verememiş ama asıl öfkesi kocasına çünkü o zat-ı muhterem annesini masum karısını suçlu ilân edip kızı zıvanadan çıkarmış. Biz- çok akıllıyız ya- akıl veriyoruz; şöyle yap, böyle yap, ayy ben olsam, bu seninki bi şey diiil, bana ne dedi biliyor musun’lar arasında birbirimizin ağzından lâfı alarak çen çen ederken; sessizce bir köşede odayı paspaslayan Şerife Hanım yanımıza yaklaşıyor, masaya doğru eğilip yüzümüze yeli üfürüyor:
‘Yeşil-dal-eden-de-er; kara-toprak-eden-de-er!’
Çıkıp gidiyor. Biz, öğretim görevlileri, dersimizi alıp oturuyoruz.

Bir cevap »

Yorum yaz